Kıymetli dostum Salih Tuna son yazısında şöyle hayati bir saptama yapıyordu:
“Şuncağızı ne olur unutmayalım; herhangi bir yerde toplumun farklı katmanları birbirleriyle konuşmuyor, konuşamıyorsa o toplum operasyona uğratılıyor demektir.”
Ben de birkaç gündür bu “konuşamama” durumunun yeni bir şey olmadığını, ülkeye Batıcılaşma süreciyle tarihsel bir sınıfsal “çelişki” sokulduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Bu çelişki, “modern olan ile çağdışı olanın” kavgası olarak sunuldu. Hala da öyle devam ediyor. Ama el insaf, aradan neredeyse 250 yıl geçti; moderniteyi geride bıraktık.
Sürekli aynı şeyi vurguluyorum: “Her ev içinden yıkılır.”
Osmanlı’da öyle, aslında içinden yıkıldı. Biz hala, 2. Abdülhamid’in devrilmemesi halinde, bugün nasıl bir ülke olacağımızı objektif biçimde tartışmıyoruz. Ya hayranız, ya da düşman…
Almanya’nın piyadesi olarak Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na
sokar mıydı Abdülhamid?
Hiç zannetmiyorum.
Çünkü o, Batı’nın böl/yönet paradigmasını çözmüş Osmanlı’nın en
başarılı diplomatıydı.
Hatalarından değil, bu özelliklerinden ötürü hal edildi.
Bugün Türkiye, ikinci anafor başlarken, güçlü bir devlete ve güçlü bir lidere sahip.
Bunun nasıl bir şans olduğunu görmek için mütevazı bir tarih
bilgisine sahip olmak yeterli. Yapısal reformlarda en az 200 yıl
gecikmiş Osmanlı’nın 19. yüzyıl başı itibarıyla Batı’nın
oyuncağı/kurbanı olmaktan başka bir çaresi kalmamıştı.
Hepimize belletilmiş ezberleri bozmak zorundayız artık.