Nasıl ki İslam kültürünün içinden çıkardığı çok önemli düşünürler, ilim insanları tüm insan uygarlığı bütününün bir parçasıysa, Batı'nın açtığı Aydınlanma/modernite evresi de, bize çok yabancı uzak evrenlerin değil, insanlığın ortak hikâyesine aittir.
Bunların birbiri ile rekabet etmeleri, hatta kıyasıya savaşmaları da birbirlerinden etkilenmedikleri, faydalanmadıkları, hatta birbirinin içine geçmediklerini göstermez, hatta tam da bunu kanıtlar. Savaş en şiddetli ilişki biçimidir.
Batı ve Doğu'yu kategorize eden, onları ayrı ve karşıt evrenlere yerleştiren düşünce, modernitenin yıkıcı ama merkezi ürünlerinden birisiydi. Bu manada Aydınlanma, çok sert “hakikatlerin” dönemi de sayılabilir. Tanımların köşeli, kesin ve net olması, doğrusal bir tarih anlayışı, insanın kendisini sonsuza kadar tekamül ettirebileceğine dair inanç, negatif gücünü dinin ve Doğu'nun ötekileştirilmesinden, sermayesini de Kilise'nin köklü kurumlarının ve Doğu'nun yağmasından alıyordu.
Bu sert “hakikatler”, yaşamın bütünlüğü ve insanın doğası ile çelişir haldeydi. İnsanı sadece maddi ihtiyaçlarına ve onların giderilmesine indirgeyen süreç, vicdanın ve maneviyatın da bürokrasiye, bilime ve teknolojiye indirgenmesiyle kendisini Auschwitz'lerde kan içinde debelenirken buldu.
Bu Batı'nın kötücül Doğu'nun ise saf olduğu anlamına gelmiyor, tıpkı Doğu'dan iyi bir şey çıkmayacağına dair seküler takıntının yanlışlığı gibi.
Bugün itibarıyla, Batı, bilimin, kültürün ve demokrasinin bu yorumu ile ciddi bir kriz yaşadığını fark ediyor. İnsanın anlam, toplumsallık ve bütünlük arayışının, hakikatin sadece akılla, somutla değil, somutun ötesindeki realitelerde tamamlanacağı yavaş yavaş kabul ediliyor. “Seküler” ve “kutsal” birbirini yemeyi bırakmışa benziyorlar.
Ama bu henüz ete kemiğe bürünmemiş, havada sallanan nötre yakın bir durumdan öteye geçmiyor. Yeni paradigma üzerinde henüz anlaşılmış değil.