Millet olmak ile bir devletin beka meselesi arasında doğrudan ve hayati bir ilişki vardır demiştik. Osmanlı, taba/millet sistemini kaybettikten sonra Batı’yı taklit etmeye girişmiş, (Çünkü özgün fikirler ve çözüm üretemiyordu.) “Osmanlılık” formülüyle idari yapıda tepeden bir giydirme yapmaya çalışmıştı. Bu tutmadı. Bunun tutmadığını ve tutmayacağını gören Sultan Abdülhamid daha rasyonel davranıp İslamcılığa başvurarak belki de ilk kez “Hilafeti” siyasi biçimde kullanmaya başladı.
Sultan Abdülhamid’in İslamcılık çözümü, darbe ile hal edilmesiyle rafa kalktı. İttihatçılar Osmanlıcı ve Türkçülerden oluşuyordu. Onları birleştiren şemsiye Batıcı olmalarıydı. Gayrımüslimlerin de desteğini almışlardı. Ancak kısa sürede üçlü troyka (Enver-Talat-Cemal) Osmanlıcıları eledi. Türkçülük süreci başlamıştı. Ama bu “büyük” düşünen bir Türkçülüktü; yani Adriyatik’ten Çin seddine uzanan bir Turan dünyası idi hedef.
Hasılı, hâlâ bir millet olmanın formülü tam bu