Soğuk Savaş'ın sona erdiği, küreselleşme denen nebula
aşamasındaki alt üst oluşta, Türkiye'deki dindarlar da kendilerine
yeniden baktılar ve sürece kendi cevaplarını geliştirdiler.
Bu sürecin ön safhalarında yaşanan 28 Şubat postmodern darbesinin
birçok okuması yapılabilir ve yapılmalıdır da. Mesela benim en çok
dikkatimi çeken ilk şey, darbecilerin, devletten geçinmeli İstanbul
sermayesinin aksine dünyayla iş yaparak sermaye artıran “Anadolu
Kaplanlarına” (Yeşil Sermaye) dönük ağır saldırısı olmuştu.
Bunu çok anlamlı bulmuştum; zira toplum mühendisleri şu çok basit
kuralın çalışmaya başladığını fark etmiş olmalılardı.
Orta sınıflaşan toplumsal kesimler önünde sonunda politik bir aktör
yaratırlardı. Muhafazakârlar devletten geçinmeli olmadığı için
vesayet tarafından kontrol edilemeyeceği gibi, ülkeyi değiştirecek
bir muhalif hareket yaratabilirlerdi.
O zaman ya bu aktörün doğumunu engellemek, ya da çocuğu hastaneden
kaçırıp istenen şekilde büyütmek gerekirdi.
Engellenmeye çalışıldı. Darbeleri Araştırma Komisyonu raporlarına
göre 350 milyar dolarlık bir kaynağa el kondu, müesses nizamın
aktörlerine aktarıldı. Ama bunun doğum anına tanıklık edilen
muhafazakâr orta sınıfın önünü kesmeye yeterli olmayacağı
belliydi.
Sanırım, o dönem diğer cemaatler baskı altına alınırken,
Gülencilerin önünün açılması da bu nedenle oldu.
Bir yanda Taliban ve El Kaide örnekleri kenarda durur, ülke
içindeki Milli Görüşçüler de şeytanlaştırılırken, Gülen'in
Dinlerarası Diyalog Projesi, ABD ve İsrail ile yakın ilişkilerle
paralel giden İran karşıtlığı makbul muhafazakârlık modelini ortaya
koyuyordu. Bu modelin Türkiye merkezli olarak tüm İslam
coğrafyasına okullar üzerinden ihraç edilmesi, belli ki öyle üç beş
yılın değil, 50 yıllık planlamaların sonucu olmalıydı.