Kültür, sanat, sosyal bilimler, medya gibi disiplinlerin aşırı şekilde ideolojik olduğu, bu alanların bir ideolojinin (kapitalizm, emperyalizm, şimdilerde neo-liberalizm ve hepsinin şemsiyesi olarak sekülerizm) savunusundan ziyade, bir iktidar hegemonyası adına araçsallaştığı, cephaneye dönüştüğü artık daha açık görülüyor.
Bu benim iddiam değil, komüniteryen yazarlardan tutun da, post kolonyal/yapısalcı düşünürlere kadar bu konu çok önceden beri inceleniyor. Ancak çok ilginç biçimde herhangi bir etkisi olmadı Batı üzerinde. Faucoult’un liberalizm eleştirisinde “piyasa”nın bu araçlar sayesinde nasıl bir gizli iktidar biçimi haline geldiği uzun uzun anlatılır. Ancak piyasa gücünü gittikçe artırıyor ve “küresel sermaye” şeklinde toplumların aleyhine genişleme sağlıyor.
İşte, bireyin ve katılımcı demokrasinin aleyhine işleyen bu küresel sermaye hegemonyası, ona karşı eleştiri getirecek en dinamik alanı, yani kültür dünyasını kendisine katıyor. Bunun için fonları ve kültür/medya alanında devasa istihdam kapasitesini kullandığı kadar, sekülerizm şemsiyesi altında ideolojik bir özdeşlikten de faydalanıyor. Sekülerizmi dar anlamda yorumlayıp, mutlak doğru olarak Batılı yaşam biçimini merkez aldığında, bu şablonun dışında kalan her kesim/teklif doğal hedef haline geliyor.
Devletler, yönetimler, dinler üstü olduğu için, toplumsal bir meşruiyete dayanmaya ihtiyacı yok. FETÖ gibi kadrocu hareketlerle ve dönemsel ittifaklarla devletleri etkileyebiliyor. Üretim değil, finans piyasasında yer aldığı için de savaşlar onu pek ilgilendirmiyor. Sonuçta tüm mesele dünyada dolaşan para miktarını kendi uhdesinde tutmak. Petrol başta olmak üzere enerji bölgelerini domine etmek. Devlet yönetimlerini de buna uygun etkilemek.