Eğer sokaktan geçen bir kişinin şakağına bir silah dayayıp
sekülerlik ile kutsallık arasında bir tercih yapmasını isteseydik
mecburen bir tercihte bulunurdu. Örneği abartmış olsak da,
ikisinden birisi hakkında tercih yapmaya zorlandığımızda kimimiz
seküler, kimimiz kutsalı tercih ederdik.
Aslında abartan biz değiliz. En az 300 yıldır ama iki dünya savaşı
öncesinde doruğa ulaşacak şekilde özellikle Avrupa ve dünyanın dört
bucağında birey ve toplumların şakağına böyle sembolik bir silah
dayanmış, insanlar seküler çöle göçe zorlanmıştır.
Neyse ki, bu süreç gücünü yitirdi ve daha nötr bir döneme girmiş
durumdayız.
İnsana dair şeyleri böyle ayırıma tabi tutmak hayatta karşılığı
olmayan bir fantezidir. İnsan çok karmaşık bir bütünden oluşur. O
bütün kökünü insanın tarihinden alır ve “şimdiki zamanda” sürekli
olarak devinir. Gelenek de, aslında zaman içinde dayanıklılığı
tecrübe edilmiş değerlerin kurumsallaşmasıdır.
Batı uygarlığı, Aydınlanma, Fransız, Sanayileşme Devrimleri ile
modern sürece girdiğinde, ortaya çok okkalı bir paradigma koydu.
İnsanlığın birçok ihtiyacını karşıladı. Bu paradigma Türkiye dahil
tüm dünyayı etkiledi ve epey de tektipleştirdi.
Ancak proje Türkiye'ye ait olmadığı ve halk kenarda kaldığı için
etkilenme Avrupa toplumları kadar şiddetli/suni olmadı. Türkiye'nin
modernleşmesi daha çok askeriye, sonra da tüm bürokrasi şeklinde
devlet kurumlarında ve arızi gerçekleşti. Ülkedeki batıcıların
elitleşmesi ve kırsal bölgelerde yaşayan halkla yabancılaşırken,
onu kamusal alan ve haklardan mahrum bırakma eğilimi, paradoksal
olarak, dindarların daha yumuşak ve daha doğal bir süreci
yaşamasını sağladı.
Böylelikle dindarlar, modern hayatın sunduğu çok çeşitli mönüyü
kendi kültür ve inançlarıyla çatışmadan, Batı'daki veya bizim
Batıcılarda olduğu gibi, kendisine yabancılaşmadan kullanmayı
bildi, onları kendisine uydurdu. Bugün Türkiye'deki dindarların
şiddete eğilimli olmamaları, kendisi ile barışık halleri ve
demokrasiyi/laikliği daha evrensel halleriyle yorumlamaları, onu
kendi inanç ve değerlerinin imbiğinden geçirmeleri
nedeniyleydi.
Elitlerin dindarları taşrada kendi kaderine terk etmeleri,
dindarların çok sıkıntı çekmesine yol açtı ama, toplumsal
kimyalarına müdahale o oranda asgari düzeyde oldu. Avrupa'daki gibi
din kurumu ile halk arasında yaşanan sert kırılma Türkiye'de hiç
yaşanmadı. Batıcı elitler ise bunu Batı hayranlığı ile kendilerini
gönülü denek olarak sunarak yaptılar. Çünkü kendilerini yenene tabi
olmak isterken, bunun ekonomisini de sahiplendiler. Ama bu durum
sadece
tüm toplumun kabaca dörtte birine (bence gerçekte çok çok daha
azına) denk geldi.
Böylelikle, 1980'lerde küreselleşme rüzgarları güçlendiğinde
şehirlere gelmeye başlayan dindarlar, sekülerleşmenin etkisini
yitirdiği bir ortamda kendi meşreplerince kentleşmeye başlarken,
modernleşmeyi de sürdürdüler. Ama bu modernleşme Batıcı laikler
gibi suni değil, doğal gelişti. İmam Hatip Liseleri de 1950'lerin
aksine, taşralı değil, daha çok şehirli dindarların çocuklarını
kabul etmeye başladı.
İslam'ın tüm coğrafi şartlara uyum esnekliği burada önemli bir şans
oldu. İslam değerleri taşrada olduğu gibi kentte de yaşanabilirdi
ki, zaten İslam bir şehir diniydi. Yani illaki seküler ile kutsalın
birbirine tezat olması gerekmiyordu.