“Bence her “şeyin” fonksiyonundan sapmasının nihai akıbeti
faşizmdir.”
Dünkü yazıya bu cümleyle başlamıştım. Bu yazı için de iyi bir
başlangıç olacağını düşündüm.
Son yıllarda Türkiye'nin gündemine damga vuran “yaşam biçimleri”ne
dair (tartışma değil) infialin modernite kadar eski bir geçmişi
var.
Lakin, bizim Batıcıların çoğu şeyinde olduğu gibi, bu olgunun da
içinin boşaltılarak bir kakofoni tadında gündeme taarruz ettiğini
görürsünüz.
İdeolojik olarak içeriksizdir. Sembollere, sloganlara, ithamlara
dayalıdır “tartışma.”
Türkiye'de “laiklik” de “yaşam biçimleri” de, anlamından
soyutlanarak, dindarları ötekileştirmek suretiyle bir iktidar
edinme/kullanma edevatına dönüştürülmüştür.
Çünkü, Osmanlı Batılılaşmasıyla başlayan süreçte, toplumun küçük
bir bölümü, geriye kalan büyük bölümüne karşı devşirilmiş, yaşam
biçimleri de iki topluluk arasındaki önce soyut, sonra somut
sınırları tayin etmiştir.
Cumhuriyet'e geçişte, Batıcı veya “Türk” olmayan kesimler kamusal
alan ve haklardan dışlandığı için, yaşam biçimleri, aynı zamanda
vatandaşlık haklarını da tayin eder olmuştur.
Avrupa'daki bir Batılı, Batılı yaşam biçimlerinin insanlığın
tekamül ettiği son nokta olduğuna inanır. Onu tüm insanların
benimsemesi, olmazsa zorla benimsettirilmesinin dünya için hayırlı
bir şey olduğuna inanır. Bunun ücretini de kolonyalizm ile peşin
tahsil eder.
Ancak bizimkiler için yaşam biçimleri sadece bir iktidar edinme
aracı olmuş, gittikçe yozlaşmıştır. Alkol kullanımı, mini etek veya
başörtüsü, sakal boyutunda siyasileştirilmiştir.
Dindarların ülkeyi demokratikleştirirken, kamusal alanda da eşit
şekilde yer almaya başlamaları, demokrasinin özüne oturduğu için
tepki yaşam biçimlerine, mahalle baskıları ve diktatörlük
söylemlerine bürünerek tahakkuk etmiş, meşruiyet aramıştır.