Yeni dünya düzeni “küreselleşme” ile gündeme gelen bir kavram. Ama “Küreselleşme” öyle yeni bir kavram/olgu değil.
İktidarı devralmanın zihniyet/mekanizmaları kendisinden bir öncekini “yok hükmünde” saydığı için, sürekli hafızasız insanlar/toplumlar olmamız isteniyor. Bu tavırla özellikle “devrim” süreçlerinde karşılaşıyoruz.
İktidarı devralanlar şüphesiz görece “yeni” bir şeye dayanıyor, belirli bir toplumsallıkta karşılık görüyorlar.Ancak “Ay’ın karanlık yüzünde”, geçmişin mirasını yağmalama ve onu kendi iktidarı için dönüştürme var.
Eski yeninin içinde her zaman yer alıyor. Bu devrimcilerin tiksindiği bir paradoks. Çünkü sıfırdan bir düzen yaratmak mümkün değil. Bugün dünya içinde “Taş Devri” dahil olmak üzere her dönem varlığını ama öyle ama böyle sürdürüyor. Aslında hiçbir toplum, gelenek, felsefe tam manasıyla kaybolmuş değil.
Küreselleşme de öyle… İlk küreselciler, sanırım yandaki klanı işgal etmeyi ilk akla getirenlerdi. Lakin sadece orasını ele geçirmekle kalmadılar; oraya kendi kültürlerini götürdükleri gibi, kendileri de o yerleşik kültürden etkilendiler, başka bir şeye dönüştüler.
Büyük İskender, Roma, İslam uygarlığı, Haçlılar, Moğollar, ilk küreselciler olarak bilinir. Bu süreçler son derece kanlı ve amansızdı. Ancak küçük, yalıtılmış uygarlıkları iç içe geçirmeye de hizmet ettiler. Mesela Moğollar sadece savaş yapmıyorlardı. Önemli bir uygarlığa sahiptiler. Gittikleri yerleri de araştırıyor, öğrendiklerini de öz topraklarında uygulamaya, geliştirmeye çalışıyorlardı.
Batı, kültür taşıyıcılığını bir savaş aygıtı olarak ilk kez kullanan medeniyet oldu.
Yani kendimizi “kendinden menkul” hissedebiliriz ama öyle değil. Belki öyle bir şey hiç yoktu.Bunun bir anlamı da, “Tekliğin”, Yaradan dışında kimseye atfedilmemiş olmasıdır. Dünya üzerinde hakimiyetin mutlaklaşması yok oluş demektir. Çürümenin mükemmel düzeye ulaşmasıdır.