Yenikapı’da teröre karşı barış mitinginde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Hangi partiden olursa olsun 550 yerli ve milli vekil olsun” dediğinde, bunun ne anlama geldiğini herkes pekâlâ anlamıştı…
Normalde bu sözlerin bu kadar gürültü koparması beklenmezdi.
Ama ülke olağanüstü bir dönemden geçtiği ve bu sözler açık sinir
uçlarına dokunduğu için halkın büyük kesiminde bir ihtiyaca denk
gelirken, bir kesimde olağanüstü tepkilere yol açtı.
Sanki suçüstü yakalanmış veya mahremlerine girilmiş gibi
öfkelendiler. “Yerli ve milli vekil tesbiti neden bu kadar tepki
çeker” diye bizler de hiç şaşırmadık. Nedenini biliyorduk.
Benim Gezi krizininden beridir sorunsallaştırmaya çalıştığım bir
kavram bu. Tabii ki ilk benim keşfettiğim veya başlattığım bir
tartışma değil. Türkiye buradaki sorunu her zaman biliyordu. En
azından hissediyordu. Ama ilk kez bu kadar gündeme geliyordu.
“Milli” kavramını “Milliyetçilik”le karıştırıyorlar veya bunu
özellikle yapıyorlardı. Böylelikle 1990, 1980, 1970’lere dönüyoruz
yaygarasına da malzeme yaratılmış olacaktı.
“Yerli ve milli” kavramları eski devletin dışlayıcı pratikleriyle
özdeşleşmesi nedeniyle kafa karıştırıcıydı.
Mühendislik dönemlerinde önce kavramlarda anlam kayması yaşanır.
Eskiden “yerli ve milli” kavramları dışlayıcı vatandaşlık kavramını
ima ederdi ve o şemsiye altında yerimiz olmadığını bilirdik.
Başkalaşmış aydın eliti ve dini istismar eden taşeron paralel
örgütün kazan kaldırması ve PKK/HDP’nin Kürt sorunundan
bağımsızlaşıp bir takım ülkelere Kürt kanı pazarlamasıyla “yerli ve
milli” kavramlarını yeniden yorumlama ihtiyacı hissettik. Onlara
ihtiyaç duyduk.
Yani ister Sünni, ister Alevi, ister solcu, ister sağcı, ister
müslim ister gayrımüslim olsun, bizi birleştiren bir zemin olması
gerekiyordu. Özgüvenin geri kazanılması ve iyi yaşam için birlikte
çalışmanın gerekliliğini, birlikte çalışmanın da aslında
demokrasimizin harcı olacağını fark ettik.