Bir Türk gazetesinde köşe yazan kişi için, bilgiye ulaşmak ve
bunu okurlarına aktarmak, dünyadaki gelişmeleri okurundan önce
öğrenip yorumlamak öncelikli uğraş konusu değildir. Hepimiz her
sabah "Acaba karşıt görüşü temsil eden köşelerde bana ve benim
görüşüme saldırı var mı" diye gazeteleri açıyoruz. Köşe yazarları,
kendi düşüncelerini açıklamak yerine, rakiplerinin görüşlerini ve
kişiliklerini çürütmek için güne başlıyorlar. Ya da yaşını başını
almış gazete yazarları "Erdoğan saplantılı" hezeyanlarını
yazılarına döküyorlar.
Türk'ün dostu var mı?
Demokrasiye farklı açılardan bakan güç blokları ise, meydanda
birbirlerini yıpratan medya kavgacılarını hem seyrediyor, hem de bu
karşılıklı yıpratma sürecinden mutluluk duyuyorlar. "Türk'ün
Türk'ten başka dostu yoktur" söyleminin "Türk'ün Türk'ten başka
düşmanı yoktur"a dönüştüğünü görmekte gibiyiz adeta... Ama galiba
bu hep böyleydi.
Tek Parti CHP'nin ilk demokrasi denemesinde Serbest Fırka'yı tutan
"Muhalif" gazeteciler hakkında "Hâkimiyet-i Milliye"nin başyazarı
Falih Rıfkı'nın 29 Teşrinisani (Kasım) 1930 günkü yazısını
okuyarak, bu nefret geleneğinin kaynağına inelim mi? "Atatürk'ün
sözcüsü" olarak da bilinen Falih Rıfkı (Atay) şöyle
yazmış: