Çadır bezi ve direkleri kamyonun üzerine yüklendiğinde o küçük çocuk, hiçbir şeyin farkında değildi!.. Bir belirsizliğe mi gidiyordu, bir yaşam kavgasınamı?..
Annesinin, babasının, abisinin ve dört küçük kardeşinin yüzlerindeki o acı fotoğrafa dalıp gitti...
Yaz ortasında, bir yoksulluk rüzgarı yüzünü yalayıp geçerken, briket duvarların ardında yalnızlığa terk edilen gecekondusuna baktı o çocuk...
Bir sac ekmeğine sürülmüş domates salçasının biçare lezzetindeki günlerini anımsadı!..
Çaput bir döşekte, bir garip uykunun rüya arayan sabileri geldi kahverengi gözlerinin önüne...
Kurtlu sulara mahkum yaşamları, bulgur aşına köle akşamları... Ve bir naylon torbada, okul yollarını arşınlarken parçalanmış kitaplarını düşündü!..
Hani ağıt gelir de boğazda düğümlenir ya?.. Hani gözyaşlarını gizlemek için o çocuksu avuçlar kullanılır ya, işte öylesine bir çaresizliğin girdabında buldu kendini...
Yaz sıcağında, kurumuş bir ekmeğin üzerine dadanmış karıncalar gibi çaresiz adımlar attı o kamyonun çevresinde...
Bu yolun dönüşü var mıydı?.. Kayalık sokakları birlikte arşınladığı mazlum arkadaşlarının Şark Çıbanlı bakışlarına kilitlendi bir an!..
Komşuların yürek yakan duruşlarına takıldı... Yoksulluğun utancı yapışmış al yanaklarında, bir damla gözyaşının şaşkın yolculuğuna isyan etti...
Sonra hep birlikte bir yaz günü, toz bulutunun içinde o kamyonun tepesinde, çadır direkleri, yiyecek kutuları, giyecek çuvalları ve umutlarının üzerine sıralandılar...