Sanki bir buhar bulutunun, Arap atlarının yelelerine
saklanmışçasına, son hızla ve pervasızca yaklaştığı anlarda, briket
evlerin eskimiş duvarları sıcaklara karşı tek sığınak haline
gelmişti!..
Kuruydu toprak suya hasret kalmışçasına ve avlusunda mağaraların
bulunduğu gecekonduların, bazen yılanların yüzdüğü betonarme
depolarının dibinden sokağa cılız sular akıyordu...
Ve hala üzüm bağları vardı, kaçakçı evlerinin arkasındaki o sessiz
vadide... Nar ağaçları ve badem ağaçları... Ve de toprakta
sevdasını beklercesine, ancak sıcaktan boynu bükülmüşçesine nazlı
çiğdemler...
Kötüler Mahallesi’nin arkasında; gizemi her zaman antika bir
bilezik gibi duran Ahper (Abgar) Dağı’nın çevresinde yalnız kalmış
ağaçların dışında, güneşin parlattığı tek nesne vadiden aşağı
uzanan ve çoğunda geçmişin derin izleri de bulunan
kayalıklardı...
Kaçakçı atları, keskin nallarıyla işte o kayalıklarda adeta kurşun
sesi çıkarırcasına vadiden aşağıya koşarken, çocuklar briket
evlerin betonarme damlarında, korkuyu avuçlarının içinde kehribar
bir tespih gibi tutarcasına endişe, heyecan ve biraz da merakla
bakarlardı...
Sonra başında şapka, boynunda puşu, altında şalvar ve ellerinde
mavzer olan kaçakçılar inerdi o terli atlardan...
Güneşin yaktığı yüzlerinde mayın korkusu dururcasına ve paniklerini
yüzlerinde adeta birer dövme gibi tutarcasına mazlum kaçakçılardı
onlar...
Dedeler, babalar, amcalar ve onların kaçakçı hamalları...
Velhasıl ekmeğini mayınlı arazilerden geçirirken, canlarını
tel örgülere birer ölüm fermanı gibi asan kaçakçılar...
VADİDE KIZIL ALEV!..
Deryakup Manastırı'nın uzaktan beşik gibi görünen kalıntıları
güneşin ışıkları altında, insanı çağırcasına bakıyordu sanki
Kötüler’e!..
Biraz mazlum, biraz yalnız ve sahipsiz duran o harabeleri uzaktan
izlerken içleri yanan çocuklar, güneşe isyanın çırpınışlarından
kurtaramazlardı kendilerini...
Ne yapsalarda tenlerinde kızıl bir alev gibi duran güneşin
ışınlarından ve boğucu sıcaktan kurtulmak için acaba?..
Briket duvarların gölgesinden uzaklara bakıp duruyordu
çocuklar...
Urfa evlerini yazın serin, kışın sıcak tutan “nahit” taşların
çıkarıldığı, maden ocağına dönüştürülmüş o antik mağaraların
çevresine iç çekerek bakıyorlardı...
Çünkü oralarda; tarihin bağrına bir nakış gibi işlenen, taşların
derinliklere dolu taneleri gibi dizildiği gizemli, çekici ve bazen
de yalnızlığıyla ürkütücü “çukur”dan mekanlar vardı...
Kötüler’in çocukları “kolçu-kaçakçı” oynadıkları dönemlerde de,
Urfa’nın o yakıcı sıcağından kaçmak isterken, Ahper Dağı’nın
yamaçlarında, Şeyh Maksut tepesinin aşağılarında ve bazen de Der
Yakup Manastırı’na giden yollarda, geçmişin asaletine birer eski
kolye gibi asılan o gizemli çukurların içine “serin” diye
bırakırlardı kendilerini...
ÇUKURDA MAĞDUR MEKANLAR!..
1970'lerde; sıcağın kor ateşe döndüğü Ağustos günlerinde, azap
çektiren buhrandan kurtulmak isteyen bir grup çocuk, ayaklarında
yine “cızlavet”lerle, kaçakçı evlerinin arkasından yürüdüler
tepelere...
Kaderleri gibi çocukların, “kara lastik”lerden yapılmıştı o
ayakkabı müsveddeleri… Masum tenlerde simsiyah ve de balçığımsı
lekeler bırakan ve güneşin yaktığı kayalara dokunduğunda, adeta
yapışan “cızlavet”lerdi onlar!..
Yürüdüler çocuklar o gün Ahber’den yukarı, insana hasret vadinin
kuytularında, birer mezar gibi duran o devasa çukurlara
doğru...
Toprağın bağrına taş duvarla oyulmuş, sarnıcı andıran o yuvarlak
çukurların kenarına geldiklerinde, çoğu burayı belki de geçmişin
devasa adamlarının saklandığı, mistik hikayelerin mağrur mekanları
olarak tasvir etmişti!..
Oysa hepsinin babalarının, dedelerinin ve büyüklerinin emekleri
vardı o devasa kuyuların yalnızlık kokan bağrında!..
BUZ ÜSTÜNDE HALAY SESİ!..