Güneşin tenleri kavurduğu yaz sıcaklarında, akşamın hüznü şemsiyesini açınca, gölge de alaca bir karanlığın insafına sığınırdı!..
Teldolaplarda bir parça kuzu etimiz, kokmasın diye yüksekteki bir fileye asılmış "kazan kebabı"mız ve çarşıdan alınmış buzlarla soğutulan saman karışmış sularımız vardı!..
Analarımız kuyu sularını 'hayat'larımızın (avlu) beton ya da kayalık zeminine dökünce, doğanın damarlarına gizlenmiş güneşin o kızıl buharı adeta gökyüzüne yükselirdi!..
Akşam yemekleri işte o "hayat"lara serilmiş kilimlerin üzerinde yenilirdi...
Tek zenginliğimiz bakır bir leğenin içinde suda bekleyen kıpkırmızı eriklerimizdi... Sayıyla verilirdi erikler bize, kimseye haksızlık olmasın diye!..
Ekmeğin bir Arap atının yelesine gizlendiği Urfa'da; babalarımız "kaçakçı pazarı"nda aş uğruna koştururken yorgun gelirlerdi, o iki göz, betonarme gecekondulara...