Arkamızda, Suriye sınırına doğru uzanan kıpkırmızı topraklar, yeşile hasret kalmış tenleriyle gökyüzüne son buharını savururken, kızıllaşmış bir güneş de, güne "eyvallah" edercesine o dağların, yani Bizans mağaralarındaki loş kayalıkların ardından son kez el sallardı...
Kızıllık, gri kayalıkların körlüğüne teslim olurken, güneş sıcağını bir zalim nöbetçi gibi geride bırakmak ister ve köle yaptığı günü tamamen teslim alacağını da sanırdı!..
Oysa yaşamın devinimi içinde bir kısırdöngüydü güneşin mutlak hâkimiyeti!.. Gökyüzünün ateşli hâkimi olsa da, aslında yaşamın çarkı içinde o da çaresizdi!..
Biz, yaz aylarında güneş batarken, 50 dereceye varan sıcaktan kurtulduğumuzu sanırken, cehennem aslında ısrarla mesai yapmaktaydı!.. Ta ki karanlık örtüsünü çekerken ve yıldızlar, vitrine dizilmiş küpeler gibi semaya saçılıncaya kadar!..
İşte o anda kardeşlerimizle, sıcaktan yalınayak yürüyemediğimiz beton avludan tahta merdivene doğru tırmanırken, omuzlarımızda yataklar, yorganlar ve kanaviçeli yastıklar olurdu... Sıcaktan mest olmuş bedenlerimizin gökyüzünde serinlik arayışının ilk çabalarıydı bu seremoni!..
Annemiz ise o an teneke kovadaki suyu kızgın dama savurmuş ve serinliğin penceresini açmasını beklerdi... Bir çalı süpürgesi, damda durmakta ısrar eden su gölcüklerini sokağa süpürürken, güneşin zerrecikleri de her zamanki gibi hayal olurdu!..