Bir nesli yoğuranlar, aynı zamanda yeni bir ümidi doğuranlardır... Önden giden atlılardır onlar... Akıncılardır, uç beyleridir... Serhat boylarında dolaşan yiğit alplerdir... Bazıları onlara ‘aksaçlı' veya ‘aksakal' dedi. Kimisi de ‘üstat'. ‘Çınar' diye adlandıranlar oldu ‘duayen' diye ananlar da. Hepsi doğrudur hepsi hakikat. Zira onlar fikir hayatımızın, irfan dünyamızın, edebiyat âlemimizin, velhâsıl duygu ve düşünce kâinatımızın âbide şahsiyetleridir. Yine de bu yakıştırmalar arasında ben ‘aksakal'ı tercih ediyorum. Niçin? Çünkü bu kelimede; durmuş oturmuşluk, dinginlik daha fazla var gibi geliyor bana. Aksakal, bir bakıma beni Dede Korkut'un coşkusuna ulaştırıyor, Ahmed Yesevi'nin hikmet'ine yakınlaştırıyor, Nasreddin Hoca'nın bilgeliğine kavuşturuyor, Yûnus Emre'nin deryasına daldırıyor. Türkiye'mizde çeşitli sahalarda aksakalımız çok. Ama doğrusu ben daha ziyade kültür ve sanat dünyamıza, edebiyat âlemine ve fikir hayatımıza katkıda bulunmuş olan ‘aksakal'larla ilgilendim bugüne kadar. İşte ‘hâfıza defteri'mdeki aksakalları hayal ettiğimde onların bana yazdırdıkları:
Bizim Aksakallılarımız
Ahmed Yesevi'den, Dede Korkut'tan, Mevlâna'dan, Yunus Emre'den, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Niyazi Mısrî ve diğer ulu zatlardan nefes almış, onların manevi rahlelerinde ders almış gönül insanlarımız, büyüklerimizdir. Aramızda sessiz sedasız bir şekilde yaşıyorlar. Alayişleri nümayişleri yok. Geniş kesimler onları pek tanımaz bile. Bir yoldan geçseler pek kimse diğerine işaret etmez. Zira medyatik veya popüler değiller. Yüzleri ekranda pek görünmez. Siretleriyle, suretleriyle gönüllerde yaşamayı tercih ederler. Hâl dilleriyle bize her zaman tevazu ve mahviyetkârlık dersleri verirler.