Eskiden daha çoktu, memleket yollarında ilerlerken, yol boyunca
rastladığımız çobanlar.
Sürüsünü yaymış, otlatırlardı.
Hava soğuksa sırtında aba, iki eliyle değneğe yaslanmış halde
gördüğümüz çobanlara selâm verirdik.
Onlar da elini kaldırıp sallardı.
Bazen durup sohbet ettiğimiz olurdu.
*
Bir çeşme başında çıkınını açmış karnını doyuran çobanların sofraya
davetteki ısrarını bilmeyenler, bu memleket insanlarının iki
lokmasını paylaşmakta nasıl cömert olduğunu anlayamaz.
Etrafta çoban köpekleri…
Onları aşıp yaklaşmak için çobanın talimat vermesi şart.
Yoksa üçü beşi birden toplu halde koşarak gelir, gök gürültüsünü
andıran sesleriyle sürüye yaklaşanları pişman ederler.
Çobanın bir işareti, bir sözü hepsini kuzuya çevirir.
Gelenlerin çobana düşman olmadığı, dostça geldiği anlaşılınca,
biraz önce aslan kesilen köpeklerin yanına yaklaşıp sevmek, okşamak
mümkündür.
Kuyruklarını sallayıp gözlerini kısarlar.
Çok eski ahbapmış gibi oyuna başlarlar.
Sürüdeki hayvanlar ise dünya umurlarında değilmiş gibi otlamaya
devam eder.
Gelen giden onlar için önemli değildir.
Daha çok ot yemek, karnını daha fazla doyurmaktır tek dertleri.
Yavruları vardır çünkü.
Kuzular, oğlaklar…
*
Hayatta bir kuzuyu sevmemiş, bir oğlağı kucağına almamış kimse,
dünya zevklerinin yarısından habersiz sayılır.