Geçen hafta okuduğum iki röportajda da benzer bir vurgu vardı. Çağla Şıkel, “Aşk olursa ne âlâ, olmaz ise Mualla” diyordu; Nilüfer ise “Aşk hayatım sıfır. Hayatımda bir erkek olmasını hayal bile edemiyorum. Kimseyi çekemem artık”... Peki ne oldu da bu kadınlar aşka küstü?
Çağla Şıkel, ki kendisi Posta’daki meslektaşımız Oya Çınar’a göre
“10 parmağında 10 marifet olanlardan” diye tanımlanıyormuş, “Aşk
olursa ne âlâ, olmaz ise Mualla” dedi.
Aynı hafta sonu bizim gazetede Cengiz Semercioğlu’na konuşan
Nilüfer de “Aşk hayatım sıfır. Hayatımda bir erkek olmasını hayal
bile edemiyorum. Kimseyi çekemem artık. Âşık olup öteki mememi de
kaybedemem, bir tane yeter” diye anlatıyor. Bir tarafta ‘10
parmağında 10 marifet olan’ sunucu-manken-oyuncu var, diğer tarafta
bence Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi beş kadın şarkıcısından
biri! Aşka ‘illallah’ demişler. Birincisi olsa da olur, olmasa da
olur havasında; diğeri ‘aman evlerden ırak’ tutumunda.
* * *
Sanıyorum işin sırrı, Nilüfer’in “Kimseyi çekemem artık” sözlerinde
saklı. Aşk birine katlanmak mıdır? Yoksa normal şartlarda
‘katlanamayacağınız’ tavır, tutum ve düşünceleri ‘çok çekici’
buluyor olmak mıdır? Bence ikincisi olmalı!
Ama... Oscar Wilde’ın şu sözünü de hatırlamadan edemedim: “Her ne
kadar bir paradoks gibi görünse de, hayat sanatı, sanatın hayatı
taklit ettiğinden daha fazla taklit eder.”
Uzak galakside
dinleniyorsa...
Alaturka şarkıların sözlerine dikkat etmişsinizdir mutlaka. Gerçi
şarkılı türkülü muhabbetlerde sözlere dikkat ederek eğlenmek
imkânsızdır. Çünkü dikkatinizi sözlere verirseniz, içerdiği
anlamları kavrayıp aslında hüzünlenmeniz gerekir ama bizim muhabbet
ortamlarımızda şarkının sözleri ne kadar acıklı olursa olsun gülüp
eğlenmek âdettendir.
Dikkat ederseniz şarkılarımızın önemli bölümü, biten aşkların
ardından yazılmış ağıtlar gibidir. Giden sevgilinin ardından
ağlayan, hiç kavuşulmamış aşklar yaşayan, aşkın yaz yağmuru gibi
bitivermesinden yakınan şarkılar...
* * *
Eğer söyledikleri gibi ses dalgaları hiçbir engelle karşılaşmadığı
sürece uzay boşluğunda belli bir hızla ilerliyorsa ve çoook uzak
galaksilerde teknolojisi bizimkinden ileri canlılar varsa bu
şarkıları dinliyor olmalılar.
Ve öyle bir gezegende, mesela bir üniversitede ‘Türkiye
Araştırmaları Enstitüsü’ varsa ve bu şarkıları dinleyerek bizi
anlamaya çalışıyorlarsa acaba hakkımızda ne düşünürler?
Bu şarkıları inceleyen uzaylı bilim insanı, defterine büyük
olasılıkla şöyle bir not düşerdi: “Bu Türkler esasen ‘aşka âşık’
bir millet. Fakat âşıkların birbirlerine sadakati çok az. Adamı (ya
da kadını) en derin acılar içinde kıvranırken bırakıp kapıyı çarpıp
çıkıyorlar! Aralarında bunun sorumluluğunu doğrudan doğruya
‘şarkılara’ yükleyenler bile var: ‘Ah bu şarkıların gözü kör
olsun!’ Hatta şunu bile söyleyebiliriz: Terk edilen âşıklar
olmasaydı, Türkiye’de müzik de olmayacaktı!”
Tek çare yakın temas
Nitekim yazının girişinde sözlerini aktardığım iki başarılı kadının
aşk ile ilgili düşüncelerinin bu noktaya gelmesinin nedeni bu
olmalı.
Sanat hayatı taklit ediyor, aşk acılarından şarkılar üretiyor ama
tersi de doğru; hayat da sanatı taklit ediyor, aşk şarkılarına göre
aşk yaşanıyor ki sonu ne yazık ki gözyaşı ve hicran dolu!
Peki bunun bir tedavisi yok mudur? Söz konusu iki ünlü kadın ve
onlarla aynı duyguları paylaşan başka Türk kadın ve erkeklerinin
yaşamları artık aşksız mı geçmek zorunda?
* * *
Artık biliyoruz ki aşkı etkileyen üç temel hormon var.
Dopamin: Bir başka insanı çekici bulmamızı sağlayan ve bizi aşktan
deliye döndüren bir hormon.
Serotonin: Tatmin duygusunu açığa çıkaran mutluluk hormonu.
Oksitosin: Çiftlerin sevgiyle bağlanmalarını sağlayan hormon.
Osman Müftüoğlu’nun bu gazetede sıkça tavsiye ettiği sağlıklı
yiyecekler ve yaşam öğütlerinin hemen hepsi dopamin ve serotonin
için de işe yarıyor.
Antioksidan bütün gıda maddeleri, badem, fındık, et ve süt
ürünleri, pirinç, muz, avokado, yüksek oranda kakao içeren
çikolatalar, sağlıklı güneş ışınları, hobi sahibi olmak gibi
şeylerden söz ediyorum.
Ama oksitosin öyle değil. Oksitosin eksikliği domates, biber,
brokoli yiyerek çözümlenemiyor.
Hipofiz beziniz, sizin ne yiyip içtiğinizle pek ilgilenmiyor
çünkü.
* * *
New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi profesörlerinden Helen Fisher,
oksitosin salgılanmasının ancak ‘yakın temas’ ile mümkün
olabileceğini söylüyor. Birbirleriyle sürekli ‘muck muck muck’
yaşayan, durduk yerde birbirine sarılan, birbirine masaj yapan,
okşayan çiftlerde oksitosin düzeyinin yükseldiği tespit
edilmiş.
“Çok horluyor” ya da “Ben gece uyumadan önce dizi seyretmek
istiyorum” diye eşiyle yatağını ayıran çiftlerde de giderek
azaldığı biliniyor, haberiniz olsun!
Yani diyeceğim o ki, “Aşk olmasa da oh ne âlâ Mualla” diyenlerin
sorunu sanırım bu.
Onun için bayanlar baylar, böyle kesin hükümlere varmadan önce bu
oksitosin meselesini en az brokoli kadar hayatınızın önemli bir
meselesi yapınız!
Aşk birine katlanmak mıdır? Yoksa normal şartlarda ‘katlanamayacağınız’ tavır, tutum ve düşünceleri ‘çok çekici’ bulmak mıdır? Bence ikincisi olmalı!
Sorun şehirlerde değildi!
Çağla Şıkel söz konusu röportajında geleneksel magazin deyişiyle
söyleyecek olursak, ‘aşka kapıları tamamen kapatmıyor’! Bir gün
yeniden âşık olabileceği tipi de tarif etmiş; buyurun okuyalım,
yayalım, kesin bilgi!
“Çok başarılı olması gerekiyor. İyi bir kariyeri olması, zeki
olması, kendisini benden daha geliştirmiş olması, beni kendine
hayran bırakması gerekiyor. Her anlamda, katmer katmer kendini
benden daha fazla geliştirmiş, aklı başında biri olması. Bana
Bodrum’a değil de ‘Kaz Dağları’na gidelim’ demesi gerekiyor,
anlatabiliyor muyum? Kafasının farklı olması gerekiyor.”
Eski masallarda, prensesle evlenebilmek için ejderhanın karnını
yararak çıkaracağı kılıçla tek gözlü devin sırtına akrep dövmesi
yapması gereken gariban âşığın durumunu hatırlattı bu tarif
bana.
Neden derseniz, “Sırrını çözemediğim hiçbir şey yok hayatta. Hayatı
çok iyi anladım. Kendi hayatımı, ruhumu kıskanıyorum” diyen bir
kadın var bu aşka talip olacak erkeğin karşısında.
Hele o “Bodrum’a değil de Kaz Dağları’na gidelim” demesi şartı yok
mu?
İşte o şart bitirdi beni. Varol’un Kaz Dağları’na otel yapmasını
takdir ettim ama Hande Yener’in şarkısını söylemeye başlamadan da
duramadım: “Sorun şehirlerde değildi / Biz tam yalandık!”