UÇAK, Toroslar'ın üzerinden denize doğru alçalıp körfezin üzerinden geniş bir yay çizerek Antalya'ya doğru inerken gözlerim aşağıdaki beton cangılında çocukluğumun Antalya'sından tanıdık bir şeyler aradı:
Mevsime göre yasemin ya da portakal çiçeği kokan sokaklar, bahçelerde ağaçların arasında kaybolmuş gibi duran evler, Yivli Minare, Kale Kapısı.
Yivli Minare'yi seçer gibi oldum kaybettim, geri kalanından sanki eser bile kalmamış gibiydi.
Benim çocukluğumun Antalya'sı 60 bin nüfuslu, küçücük, şahane bir şehirdi.
Her yer yemyeşildi, toprağa odunu batır, yeşillenirdi, öyle bir kentti.
Akşam saatlerinde arklara verilen suyla tüm bahçeler sulanır, bizler de çam ağaçlarının kabuklarından oyarak yaptığımız kayıkları yüzdürürdük.
İnsan eliyle yeşillenmeyen yerlerde de kargılar boy verir, içlerinden en uzununu seçip olta yapardık.
Kargılar uçurtma yapmaya da yarardı. Keskin bir çakıyla ince ince keser, pamuk ipliklerle çatar, un-su bulamacıyla kâğıdını yapıştırırdın. O uçurtmaya benim çocukluğumda "bayrak" denirdi, kargı kullanmadan, kâğıdı katlayarak yaptığımız ve ancak uzun bir koşuyla havalandırabildiğimize de "şeytanlı".
Acaba Antalya'da uçurtma yapmayı bilen çocuk var mı şimdi? Uçurtma uçuracak yer de kalmamış gibi, her yer bina, her yer otomobil, her yer elektrik direği.
Kentin caddelerindeki turunç ağaçlarının meyveleri mevsim boyunca dururdu.
Gördüğüm kadarıyla şimdi turunç ağacı bile kalmamış gibi.
O yıllarda mevsimlerin değişmesini nar çiçeklerinin açmasından, muşmulaların sararmasından, portakal çiçeklerinden yapılan kolyelerden takip edebilirdiniz.
Çalı güllerinin ve yaseminlerin iç bayan kokuları meltemle birlikte yüzünüze çarpardı.
Şehrin bir ucundan diğerine yürüyebilirdik.
1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramlarında, iskeledeki törenlerde yağlı direğe tırmanılır, optimistler yarışırdı.