İş makineleri üreticisi Komatsu’nun eski yönetim kurulu başkanı
da olan Japon işadamı Satoru Anzaki, 80 yaşında yakınlarına
teşekkür etmek ve veda için dev bir parti verdi.
Anzaki’nin dostları, akrabaları, okul ve iş arkadaşları, ortakları
ve şirketinde çalışanlardan oluşan 1000 davetli eksiksiz olarak
partideki yerlerini aldılar.
Parti alanı olarak Tokyo’daki bir otelin balo salonu kiralanmıştı
ve salon, Anzaki’nin 80 yaşına gelene kadar biriktirdiği anı
objeleri ve fotoğraflarla süslenmişti. Memleketi Tokuşima’dan gelen
bir dans grubu da konukları eğlendiren bir gösteri yaptı.
Anzaki’nin bu dev partiyi verme nedeni doğum günü ya da emekliye
ayrılması filan gibi sıradan bir olay değil. Kendisine geçen ekim
ayında kurtulma olasılığı çok zayıf olan bir hastalık teşhisi
konmuştu.
Partiyi neden verdiğini şöyle anlatıyor: “Hayatım boyunca
tanıştığım insanlara ‘teşekkür ederim’ diyebildiğim için mutluyum.
Kalan zamanımı mümkün olduğunca kaliteli bir şekilde geçirebilmek
için, yan etkileri nedeniyle tedavi görmemeye karar verdim.”
Elveda mutluluk,
merhaba yalnızlık
Japon gazetelerindeki haberlere göre Anzaki, minnettarlığını
gösterebilmek için partide mümkün olduğu kadar çok kişiyle el
sıkışmaya çalıştı.
Eski bir şirket çalışanı, gazetecilere “Çok eğlenceli bir partiydi.
Ben de bir hastalıktan mustaribim ve parti sayesinde kalan hayatımı
nasıl yaşayabileceğimi yeniden düşünmeye başladım” dedi.
Satoru Anzaki’nin ‘dostlara veda’ partisiyle ilgili haberi okurken
aklımdan geçen şey, Bob Fosse’un müthiş müzikali ‘All That Jazz’
idi. Kendime bir ‘ölüm sahnesi’ tasarlamak istesem sanırım bundan
daha mükemmelini bulamazdım.
Kim bilir belki Fosse da kendisine böyle bir sahne tasarladığı için
filmi öyle çekmişti. Birçok eleştirmen, onun yaşam dönemeçleriyle
filmin kahramanı, müzikal yapımcısı Gideon’un yaşamı arasında
benzerlikler bulunduğunu yazmıştı vaktiyle.
Yaşama tümüyle bir müzikal, bir tiyatro oyunuymuşçasına yaklaşan
Gideon’u Roy Scheider canlandırıyordu.
Gideon, bütün yaşamını kendisini mahvetmeye adamıştı. Paketlerce
sigara, şişelerce içki, sabahlara kadar çalışabilmek için kutularca
uyarıcı ilaç ve o kadından bu kadına koşan ama asla derinleşemeden
öbür ilişkiye atlayıveren bir yaşam.
Filmin sonunda, Gideon’un yaşamda karşılaştığı herkes bir tiyatroda
toplanmıştı: Dansçı kızlar, fahişeler, sevgilileri, karısı, kızı,
yapımcılar, yönetmenler, set işçileri, ışıkçılar, senaristler,
yakın-uzak akrabalar...
Hayat ve ölüm,
ayrılmaz kardeşler
Önce Gideon, sahnede bir beyaz yatağın üzerinde yatıyordu. Sonra
‘ölüm meleği Angelique’ çıkıyordu ortaya. Gelinlik diye
niteleyebileceğimiz bir beyaz giysi içindeki Angelique, Jessica
Lange’den başkası değildi. Ölüm meleğinin böylesine kaç erkek
‘hayır’ diyebilir ki zaten?
Fonda hemen hatırlayacağınız şu şarkı çalıyordu ikisi dans ederken:
“Bye bye love, bye bye happiness, hello loneliness, I think I’m
gonna die... / Elveda aşk, elveda mutluluk, merhaba yalnızlık,
galiba ölüyorum...”
Şarkı ve dans biterken, seyircilerin ayağa kalkıp gösteriyi
çılgınca alkışladıklarını görüyorduk sonra. Ve seyircilerin
arasından koşarak geçen, kimisiyle el sıkışıp, kimisiyle sarılıp
öpüşerek vedalaşan Gideon.
Sonra Angelique’in kollarına giriyor ve uçaklara binerken
geçtiğimiz körüklere benzer bir tünelden öbür tarafa geçip
gidiyordu. Geride ağlayan kadınlar, perişan bir minik kız ve
sevincini belli etmemeye çalışan rakipler bırakarak...
YouTube’dan bu sahneyi bulup izlemenizi öneririm. Everly
Brothers’ın 1957’de yayımladığı bu şahane şarkıyı Simon and
Garfunkel da yorumlamıştı. ‘All That Jazz’de ise Ben Vereen ve Roy
Scheider’ın ortak yorumuyla dinlemiştik.
‘All That Jazz’ filminin o meşhur
sahnesi...
Bir yıl daha bitiyor ve bu güzel pazar gününde ölümden sıradan bir
şeymiş gibi söz etmenin ne kadar tatsız olabileceğinin de
farkındayım.
Ama unutmayalım ki hayat ile ölüm, birbirinin ayrılmaz kardeşleri
ve birincisinin değerini iyi bilmemizi sağlayan şey de ikincisinin
varlığı.
Bir hayatımız var, tadını
çıkaralım.
İskoç sakesi, Japon viskisi...
Son dönemin modası, İskoç maltına burun büküp Japon viskilerini tercih etmek. Elbette çok iyileri de var ama bu yeni meraka kapılanlara, kızdırmak pahasına sorduğum bir soru da mevcut...
Melih Cevdet Anday’dan nakledildiğine göre Tekel, 1957 yılında
ilk Türk viskisi olan ‘Ankara’yı ürettiğinde İskoçya’dan bir eksper
çağırmış. Viskiyi tatması ve görüşlerini söylemesi için...
İskoç uzman kendisine verilen şişedeki içkiyi uzun uzun tatmış.
Merakla yorumunu bekleyen Tekel yetkililerine dönüp “Güzel bir tadı
var” demiş, “nedir bu?”