“Demokrasi nöbeti” ne kadar sürecek söylemedi ama etkinliklerin
bir hafta süreceğini açıkladığına göre, bunun da bir hafta
süreceğini varsayabiliriz.
15 Temmuz’da Türkiye gerçek bir çöküşün eşiğinden döndü.
Bunda en büyük pay sahipleri de kuşkusuz ki o gece
Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla sokaklara dökülen ve darbecilere
direnen kitleler oldu. Şehitler verildi, birçok insan
yaralandı.
Ama artık o aşamayı geride bıraktığımızı düşünüyorum.
Hâlâ darbe endişesi taşıyanlar var ama bunun maddi bir temeli
görünmüyor.
Ordudaki ve Emniyet’teki Fetullahçı çete büyük ölçüde temizlenmiş
durumda ve 15 Temmuz’da halkımız böyle bir girişime geçit
vermeyeceğini de gösterdi.
Ama bu demokrasi için nöbet tutulmaması gerektiği anlamına da
gelmemeli.
Sorun, bu nöbetin hangi amaca hizmet edeceği ile ilgili.
Meydanlarda gerçek bir demokrasi talebi dile getirilecek ve o
amaçla mı toplanılacak yoksa “15 Temmuz Anayasası” ve olağanüstü
hal kararnameleri ile demokratik hakların neredeyse toptan yok
edilmesine yönelik bir destek mi olacak?
Bu nöbet, darbe girişimi karşısında bütün unsurlarıyla el ele veren
bir halkın yeniden birleşmesine mi hizmet edecek, yoksa halkımızı
bir kez daha kamplaştırıp bölmeye mi?
Bu nöbet, düşünce özgürlüğünün bütün kısıtlamalardan kurtulmasını
mı talep edecek, sadece tek bir fikrin seslendirilebildiği bir
ortamı mı besleyecek?
Bu nöbet gerçek bir demokrasi nöbeti mi olacak, iktidar partisinin
kendisi dışındaki herkesi “Fetullahçı ve bölücü” diye
ötekileştirmesine mi hizmet edecek?
BİLİME İNANMAMANIN SONUCU
ŞEMSİ Ahmet Paşa Camisi’nin duvarları, Üsküdar rıhtımında yapılan
kazık çakma işlemleri nedeniyle çatladı, gazetelerde haberleri
okumuş olmalısınız.
Mimar Sinan bu camiyi 1580 yılında yapmıştı.
Ama günün birinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi, kazıklar üzerine
bir teras yapmaya karar verdi.
Oturdular, planları çizdiler, muhtemelen bir yandaş müteahhide
ihaleyi de verdiler, kazıklar çakılmaya başladı ve olanlar
oldu.
Şemsi Ahmet Paşa Camisi’nin duvarlarındaki çatlaklar, caminin
gelecek yüzyıllarda da ayakta kalmasına engel olur mu, yoksa
restorasyon ve tamiratlarla durum kurtarılabilir mi bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var ki caminin duvarlarının çatlaması
önlenebilirdi.
“Mühendislik” bilimi bunun için var!
Sahile kazık çakmak için kullanılacak şahmerdanların kaç tonluk bir
kuvvetle vurduğu belli. Şu kadar sayıdaki kazık için, toplamda kaç
vuruş yapması gerektiği de.
Ve bunun yaratacağı titreşimin sahile dört metre mesafedeki camiye
etkisinin ne olacağını hesaplamak da mühendislik işi.
Bu basit hesaplamaları yapmak ve ona göre davranmak yerine keyfi
bir karar vermek de bizim kamu yönetiminin olmazsa olmaz davranış
biçimi.
Bakın, Kanal İstanbul’da da aynı durum hâlâ söz konusu.
Milyarlarca dolarlık bir işten söz ediliyor ama açılacak kanalın,
Karadeniz ve Marmara’yı nasıl etkileyeceği, Boğaz’ın Avrupa
yakasının anakara ile ilişkisinin bir kanalla kesilmesinin yeraltı
sularını nasıl etkileyebileceğini bilmiyoruz.
Çünkü böyle bir çevre–etki değerlendirme çalışması yapılmadı,
yapılacağa da benzemiyor.
Şemsi Ahmet Paşa Camisi, uğradığı bu zarara rağmen yine de ayakta
tutulabilir. Ama ya Marmara’nın dengesi geri dönülmez bir şekilde
bozulur ve Karadeniz’in sülfürlü suları nedeniyle İstanbul bir
çürük yumurta kokusunda boğulursa onu nasıl geri döndüreceğiz?
Boğaz’ı kuzeyden geçecek bir köprünün, İstanbul’un trafik sorununu
çözemeyeceği gibi ormanlık alanları tahrip edeceği de hesaplanmış
bir gerçekti.
Ama kimse bu hesaplarla ilgilenmedi, köprü yapıldı, şimdi üzerinden
araç geçsin diye neredeyse “trafik duasına” çıkacağız!
Bütün sorun, popülist politikacılarımızın bilime, bilimsel
çalışmaya önem vermemeleri, bilimsel itirazları da demagojiyle
etkisiz hale getirmeye çalışmaları.
Şemsi Ahmet Paşa Camisi’nin başına gelenlerin, son örnek
olmayacağını da bugünden söyleyebilirim.
DÜĞÜNLER ARAŞTIRILACAKSA SORULACAK SORU
TBMM avukatı Faik Işık, darbeci subayların yargılandığı İstanbul
24. Ağır Ceza Mahkemesi’ne bir dilekçe verdi ve darbe girişiminin
olduğu gün yapılan dört düğünün de incelenmesini istedi.
Düğünlerden birinde, Moda’da, Hava Kuvvetleri Komutanı, darbeciler
tarafından derdest edilmişti.
Diğerinde Özel Kuvvetler Komutanı davetliydi.
Üçüncü düğünde, Deniz Kuvvetleri Komutanı davetliydi, kendi aracı
ile darbecilerin elinden kaçarak duruma müdahale etmeye
çalışmıştı.
Son düğün darbe girişiminin ertesi günü yapılacaktı ve sanık eski
Tuğamiral Hayrettin İmren, bu düğüne katılacak komutanların odasına
zorla girilerek darbe için ikna edileceklerini ifadesinde
söylemişti.
Yaz ayları Türkiye’de düğünlerin daha çok gerçekleştiği bir dönem.
Onun için bu kadar düğünün bir araya gelmesi bir tesadüf de
olabilir tabii. Mahkeme gerekli görürse bunu da inceleyecektir.
Ancak bu arada araştırılması ve yanıtlanması gereken bir konu daha
var.
Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı’nın kaçırılması ihbarının “daha
büyük bir olaya işaret edebileceğini” değerlendirdiği halde, neden
bu komutanları uyarmadı da düğünlere gitmelerine ses çıkarmadı?
Hava Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Özel
Kuvvetler Komutanı o gün zamanında uyarılsalardı ve makamlarında
birliklerine komuta edebilselerdi, kalkışma darbeci askerler daha
kışlalarından çıkmadan bastırılabilir miydi?