Siyasi iradeyi değersizleştirip işlevsizleştirirseniz ortada
yalnızca polisi ve askeriyle devlet aygıtı kalır. O da tek ve en
iyi bildiği işi yapar; güvenlik perspektifinden baktığı sorunları
meşru güç tekelinin argümanlarıyla çözer.
Tıpkı 90'larda o devletin, siyasi çözüm lafını ağzına alan
siyasileri bir şekilde bertaraf edip Kürt sorununu "düşük
yoğunluklu savaş" konseptiyle halletmeye çalıştığı gibi. İşte
dillere pelesenk olan 17 bin faili meçhul, şehitler, genç
tabutları, boşaltılan 5000 köy, yakılan ormanlar, OHAL'ler... onun
eseridir.
Devlet aygıtının siyasetin önünde gitmesi şiddet sarmalını
derinleştirir, meşrulaştırır. Böyle bir ortamda da siyasi liderler
için çözüm alternatifini dillendirmek oy kaybının yanı sıra sonu
ölüme kadar varan bir dizi riski göze almak demektir. Ee, haliyle
kimse siyasi konforunu terk edip bu işe soyunmaz.
Türkiye'nin son 30 yılına damgasını vuran örtülü iç savaş sürecinin
ilk yarısındaki mekanik bu basit ve anlaşılır dinamikler üzerinden
gelişti.
Ta ki Tayyip Erdoğan'ın AK Parti'si siyaset sahnesine çıkana kadar.
Kalıcı bir iktidarın siyaset kurumunun muktedirleşmesinden
geçtiğini bilen Erdoğan, kurumsallaşmış bir demokrasinin ana
göstergesi askeri politikaların belirlenmesi hakkını adım adım geri
aldı.
Ardından bu gücü ilk olarak, toplumsal barışın sağlanması için Kürt
sorununun çözümünde kullanmayı denedi.