Kısacık ömürlerimizi hep "erteleyerek" geçiriyoruz.
"Hele bir... okul bitsin de, tezkere alalım da, çocuk büyüsün de, evin taksitleri tükensin de, istifa edelim de, emekli olalım da, kış geçsin de..."
Bir gün öleceğini bildiği halde hayatını vadeli sürdürebilen tek canlı olan insanoğlunun bu güvenin mantığı nereden geliyor bilmiyorum.
Ama ertelenen o "kutlu" günün geldiğine pek nadir şahit oldum.
Belki bu erteleyiş, ölümü bekleyerek yaşamanın dayanılmaz ağırlığına karşı bir refleks. Yarın sabah da uyanacak olduğumuza kendimizi ikna etmek için bulduğumuz hileli bir yöntem.
Oysa varoluşumuzu daha eğlenceli, basit ve kendimizi sınamadan da daha katlanılır hale getirebiliriz.
Anın gerçekliğine teslimiyetin getireceği huzurla ihtiraslarımızdan sıyrılabiliriz. Çünkü ertelediğimiz şeyleri azalttıkça, beklenti içine girdiklerimizin sayısını da azaltabiliriz. Böylece en uç hayaller bile "olmasa da olur"a dönüşebilir.
Yo "yarın yok ki" deyip ilkesizliğin, hedonizm, sorumsuzluğun dibine vurmaktan bahsetmiyorum. Çünkü böyle bir yaşamın, bekleyerek geçeninden daha katlanılmaz olacağı ortada.
Andre Gide'ın dediği gibi "gerçeğin rengi gri"; bir ihtimal daha var.
Mesela daha az plan yaparak işe başlayabiliriz belki. Ama daha çok hayal kurmayı ihmal etmeden tabii ki.
Hissettiklerimizi karşımızdakine söylemek için beklememek de fena bir adım sayılmaz. Böylece duygularımızın doğallığını, coşkusunu, eksiltememiş de oluruz. Hayır, öfkelerimiz için de aynısı geçerli bence. Öyle ya, bekledikçe anlık öfkeler de demlenip kemikleşmiş nefrete dönüşmüyor mu?