2013'teki Çözüm Süreci önlerindeki en büyük fırsattı.
İlk kez bir siyasal iktidar ortaya samimi "çözüm iradesi" koydu.
Güzel olan bu toplumsal barış projesinin arkasında güçlü bir halk
desteğinin de olmasıydı. Çünkü aklı başında herkes yıllardır akan
kandan ve çatışmaları sonlandırmak için defalarca tekrar edilmiş
yöntemlerden bıkmıştı.
Yapamadılar, "5 dk. delikanlı" olamadılar.
Devletin, siyasetin ve Türk halkının büyüklüğünü, hoşgörüsünü,
ABD'nin ve İran gibi kimi bölge devletlerinin "manen üç kuruşluk"
desteği karşılığında ellerinin tersiyle ittiler.
Önce taciz saldırılarıyla sürecin arkasındaki halk desteğini
azaltmaya çalıştılar. Bürokrasiyi tahrik ettiler.
Sonra bu yerli ve milli projeye "illaki gözlemci lazım" diyerek
üçüncü ülkeleri göreve çağırdılar. Bugünler için 90'larda dizayn
edilen PYD'yi öne sürüp, Suriye'de kendilerine vaat edilen "Kandil
devleti"ni sürece iliştirmeye çalıştılar.
Ve nihayetinde 7 Haziran seçimlerinde bir dalga yakaladıklarını
hissedip tüm maskelerini çıkartarak Türkiye'nin karşısına "devlet
talebiyle açıkça" dikildiler. Dikilmek dediysem, ABD'nin kucağında
elbette.
O günlerde bu ilişkinin ahlaken ve siyaseten olduğu kadar mantıken
de yürümesinin olanaksız olduğunu defalarca yazdım, söyledim. Zira
tüm emperyalistler gibi "ABD de terör örgütleriyle uzun yürümezdi."
Dengeler sıkıştırınca, ne idüğü belirsiz, güvenilmez bir terör
örgütü olan Kandil'i değil, yarım asırlık meşru müttefiki
Türkiye'yi seçecekti.
Kinleri boylarını aştığı için laf anlayacak halde değillerdi.
Medyasıyla, HDP'siyle birlikte ABD'nin PYD'ye verdiği silahları
işaret ettiler.