Her terör saldırısının ardından aynı seremoni. Teröristler
tetiğe basıyor, pimi çekiyor. Gerisini, yani eylemin kamuoyu
üzerinde istediği etkiyi yaratması işini sosyal medyadaki
"ortaklarına" bırakıyor.
Önce ölü ya da yaralı sayısına dair abartılı rakamlar dolaşıma
sokuluyor, panik havası körükleniyor.
Başka ülkelerdeki terör saldırılarından ya da afetlerden
montajlanan görüntüler, resimler dolaşıma sokuluyor. Halktaki korku
ve çaresizlik hisleri büyütülüyor. Kan anonsları yapılıp hastane
önlerinde kalabalıklar toplanmaya ve provoke edilmeye çalışılıyor.
Tüm enerjisini yaralılara kanalize etmesi gereken acil servisler
kilitleniyor.
Daha bombanın sesi yankılanırken devletin, hükümetin saldırıyı
bildiği halde engellemediği iddiası dillendiriliyor. Hatta bizzat
ülkenin yöneticilerinin bu saldırıyı yaptığı bile söyleniyor.
Senaryo hiç değişmiyor. Artık pek çok kişi uyandı. Ne var ki oltaya
takılanların sayısı hiç de az değil.
İstanbul Atatürk Havalimanı'nda gerçekleştirilen terör saldırısının
ardından da aynı psikolojik savaş taktiği kullanıldı.
Daha yaralılarımız hastaneye taşınırken, güvenlik güçleri
operasyonuna devam ederken, "polisin teröristlerin havaalanına
girişine izin verdiğini" iddia eden tweet'ler atılmaya başlandı.
Koca koca gazeteciler de bu mesajları türlü çeşitli imalarla
çoğalttılar. Aynı yalanı tekrar eden İngilizce tweet'ler de ihmal
edilmedi tabii ki.
Mesela o gece, savcı olduğunu iddia eden bir şahsın şu mesajı
ortalıkta geziyordu:
"Ben devletin savcısı olduğum halde, havaalanına girerken x ray
cihazında kemerimi bile çıkartmam isteniyor. Ama teröristlerin
ellerindeki silahlarla ve üzerlerindeki bombalarla geçişine izin
veriliyor. Nasıl oluyor, kafam almıyor..."