Cumhurbaşkanı Erdoğan cuma günü Atina'daki sıra dışı
temaslarının ardından Türkiye'ye dönmeden önce Gümülcine'ye doğru
harekete geçti.
Biz de kendisini takip eden gazeteciler olarak peşi sıra...
Ülke dışına çıkmamıştık ama birkaç saatlik yolculuğun ardından
Klasik Yunan şehri olan Atina'nın yani Yunanistan'ın tüm izleri
silindi.
Sokağa taşmış kafeler, görkemli mimari ve şehir atmosferi yerini
kahvehanelere ve "yeni" taşra yapılarına bıraktı.
Ama bu hızlı değişimi yalnızca şehirtaşra ayrımı ile açıklamak
mümkün değil.
Zira Gümülcine de olsa olsa Selanik kadar "uzak" Atina'ya.
Evet, paradoksun kilidi belli.
Çünkü Türklerin yoğun yaşadığı Gümülcine Halep kadar, Kerkük kadar
yakın Türkiye'ye.
Tıpkı Selanik'in Gökçeada kadar Atina'ya yakın olması gibi...
Peki, o halde babamın "macır" akrabalarının yaşadığı Eskişehir'deki
mahallelerinin birer kopyası olan bu kent hangi gerekçeyle
Yunanistan sayılıyor?
Burada yaşayanların ana dillerini özgürce kullanması, inançlarını
ve kültürlerini yaşaması niçin sınırlandırılıyor?
Bu insanlara hangi mantıkla "kendin olma başkası gibi davran"
deniliyor? "İçeri" sokulmadıkları yetemezmiş gibi, "dışarı da"
çıkartılmıyorlar?
Doğru, bir önceki yüzyılın başlarında, pek çok mazlum halkın
kendi devletlerinin yaptığı gibi, bizimkiler altına imza attı bu
garipliğin.
Bunu dönemin koşullarını göz ardı eden bir sığlıkla ya da
milliyetçi hislerle dünü bugünden şekillendirmek için söylemediğimi
biliyorsunuz.
Yedi düvel dört bir yandan kuşatıp üstümüze çullanmıştı. Belli ki
dönemin yöneticileri de varoluşları için makul gördükleri çözüm
uğruna bu işe "evet" dediler.
Ancak bu Lozan'ın ya da maddelerini "galiplerin" belirlediği diğer
uluslararası anlaşmaların haklara cetvelle çizdiği sınırları
sorgulanamaz kılmıyor.
Öyle olsa tarih, koskoca Kenan diyarına değil, 50-60 yılda
oluşturulan Gazze ve Batı Şeria "gettolarına" Filistin derdi değil
mi?
"Ezidi çemberi" misali, ABD'nin ya da diğer küresel muktedirlerin biz mazlum haklara çizdiği sınırlar sorgulanınca, önce hapistekilerin "susun"