Son yerel seçimlerin ardından oluşan siyasi atmosfer ve
aktörlerin bu sürece nasıl uyum sağlayacakları üzere epeydir kafa
yoruyorum.
Gözlemlerime göre, dezenformasyondan ve kör dövüşünden algıları
bozulan kamuoyu, siyasetten medyaya, iş dünyasından futbola kadar
pek çok alanda rasyonelleşme talep ediyor.
Kimi dostlarım bu konuyla ilgili yazılarımda fazla iyimser olduğumu
düşünüyorlar.
Geçen gün onlardan birine Sözcü gazetesinin son dönemdeki
manşetlerinden bazılarını gönderdim.
15 Temmuz'un ardından:
"Milletçe kenetlendik" "Demokrasi şöleni" S 400'ler geldiğinde:
"Tehditlere boyun eğmedik" Barış koridoru hakkında:
"Gücümüzü kimse test etmesin" Kaz Dağları protestocularına:
"Lanet olsun sizin çevreciliğinize"
Ancak hiç olmazsa haber dilinden dikenleri ayıklama gayreti göstermeleri bile çevredeki radikallerin arasında, ortak aklı temsil eden çoğunluğun talebini gördüklerinin işareti.
Çatışmayı körükleyen tekil örneklere ya da kimin takiyeci kimin samimi olduğu tartışmalarınaysa hiç girmeyeceğim.
Çünkü ağız dalaşından başka bir anlamı yok, faydasız. *** Kaldı ki kamuoyunun elindeki hakkaniyet terazisi çok hassas.
Siyasi mücadelenin sertleşmesi, terör ve darbe gibi bel altı yöntemlerin devreye girmesiyle teferruat seviyesine indirgenen mantık, artık alınan tavırlarda önemli bir kriter.
Sözünü ettiğim siyaseten doğruculuk kalıplarına daha fazla teslim olacağımız bir dönem değil.
Tam aksine, gerçekliğin bahaneleri ve kabulleri açıkta bıraktığı bir döneme doğru yürüyoruz.
Örneğin Kandil'le organik bağını inkar etmeyen vekiller Meclis'te gerinirken, onların hazırladığı bir metne imza atan akademisyenlere AYM kararına rağmen terörist muamelesi çekilmesini düşünün...
Bu olaya ulaştığımız demokrasimiz seviyesinde kim bahane bulabilir?
Ya da akademisyenlerin aklı başında insanlar olduğu kabulünde artık hangimiz eskisi kadar ısrarcı olabiliriz?
Birazcık samimiyet hepimize iyi gelecek.