KÜÇÜKKEN kardeşim yaramazlık yaptığında ve annem otoriteyi sağlayamadığında yan komşumuz Fatma teyzeyi çağırırdı.
Ondan bir korku figürü yaratmıştı. Kardeşim onu gördüğünde
uslanırdı.
Ben başka çocuklardan dayak yediğimde yine dövüşür yine dayak
yerdim. Bisikletten düşer dizimi patlatır, sonra yine biner ve
düşerdim. Bademciklerim boyum daha sandalye seviyesindeyken beni
hayattan soğutmuş olsa da her kış gizlice dondurma yer, yataklara
düşerdim.
Ben bunlar başıma gelecek diye değil, daha ziyade annemden
yiyeceğim azardan korkardım. Ama tam da bu yüzden üstüne giderdim.
Çünkü en çok korkmaktan korkardım. Hele de bir otorite
figüründen.
Ama öyle ya da böyle, hepimiz korkutularak büyütülüyoruz.
Kaçırılırız korkusuyla, düşüp bir yerimizi kırarız korkusuyla, tek
başımıza kalırsak kayboluruz korkusuyla...
Sonra kocaman insanlar oluyoruz ve hâlâ korkuyoruz. Kimimiz çok
korkuyor, kimimiz daha az; çok azımız hiç korkmuyor.
Bu kez anneler, babalar, komşu teyzeler falan olmuyor başımızdaki
otorite figürleri. Onların yerini tek bir otorite alıyor:
Devlet.