NEW York'a gittiğim her sefer, adeta bir tapınak ziyareti gibi,
yolumu 7 ve 8'inci caddeler arasındaki 23'üncü sokağa düşürür,
bugün artık gökdelenler arasında kaybolan Chelsea Hotel'in
karşısına dikilir, Leonard Cohen'in 'Chelsea Hotel No.2' şarkısı
kulağımda, oteli seyrederim.
Otelle ilgili yıllar boyu okuduklarımı, izlediklerimi zihnimde
yeniden oynatırım. İçine girmem ki, New York’ta Beat kuşağının
yeşerdiği binanın, imar hevesiyle kaybolan ruhunu fark
etmeyeyim.
*
10 Kasım’da Cohen’in dünyaya vedasından sonra kimileri Marianne’e
olan aşkını, kimileri bir dönem yaşadığı Hydra Adası’nı, kimileri
Bob Dylan’la olan dostluğunu hatırladı.
Ben, Chelsea Hotel’i ve Cohen’in oradaki günlerini düşündüm.
Chelsea Hotel’in hikâyesini anlatan ‘Inside the Dream Palace’ (Rüya
Sarayın İçinde) kitabında, şair ve yazar Leonard Cohen’in 1966
yazında New York’a gelişi anlatılır. Cohen, Village’deki folk müzik
dünyasını keşfetmiş ve müzisyenlikte şansını denemeye karar
vermişti. Başarıya ulaşması zordu, zira 30 yaşını aşmış, takım
elbise giyen ve evrak çantasıyla gezen aksi bir Kanadalıydı.
Village Voice yazarı Richard Goldstein’a göre, Cohen’in gözaltı
torbaları ‘sarkık memelere’ benziyor; sesi ise ‘binlerce litre
viski ve milyonlarca sigara içmiş’ birinin sesi gibi çıkıyordu.
Ama kadınlar Cohen’e bayılıyor, o da kadınlara tapıyordu. New
York’a gelişinin ikinci ayında Judy Collins onun iki şarkısını
kaydedip albümüne koymuştu bile.
Cohen, müzisyen-model Nico’dan etkilenip peşinden koşarken,
Warhol’un Fabrika’sındaki arkadaşlarıyla ve eski grup arkadaşı Lou
Reed’le tanıştı ve Hudson Otel’deki düşük kiralı odasını boşaltıp
Chelsea Hotel’in 4’üncü katına taşındı.
Cohen, sanatçı Harry Smith’in etkisiyle simya ve büyücülüğe merak
saldı, yakındaki spiritüel ve dini malzemeler satan dükkândan
aldığı kara büyü mumlarıyla aşk büyüleri yapmaya başladı. Sonuçta
büyüler işe yaramadı ve Nico Cohen’e yüz vermedi ama Cohen çok
geçmeden fark etti ki bu otelde bir şiir, şarkı veya nazik bir söz
karşılığında onunla ilgilenecek kadın çoktu.
Cohen, Chelsea Hotel’de kendini evinde hissetti; burada kafa dengi
insanlardan oluşan bir topluluk bulmuştu; ‘konuşabileceği, birlikte
içebileceği’ ve yalnız kalmak istediğinde ‘sessiz kalacak’ bir grup
insan.
Oteldeki birinci yılını devirmesinin ardından Cohen birkaç konser
vermiş ve bir üniversite turnesi teklifi almıştı. Bob Dylan, Count
Basie ve Aretha Franklin’i keşfeden John Hammond otele uğrayıp
Cohen’in şarkılarını dinlemişti. Ayrılırken “Senin iş tamam” dese
de plak şirketini Cohen’e albüm yapmaya –yaşından dolayı- ikna
etmesi birkaç ay almıştı.
Cohen o yaz Newport Folk Festivali’nde tanıştığı Joni Mitchell’ı
beraberinde Chelsea Hotel’e getirdi ve onunla yaşamaya başladı.
Mitchell şair-yazar sevgilisinden bir okuma listesi istediğinde
Cohen, Camus, Garcia Lorca ve I Ching önerdi. Zamanla
ilişkilerindeki tutku azaldı ve daha çok iş arkadaşı gibi oldular.
Cohen sonradan Mitchell ile yaşamayı ‘Beethoven’la yaşamaya’
benzetmişti; Mitchell şüphesiz kendi yörüngesindeydi. Bu yaz
aşkının ardından arkadaş kalsalar da Mitchell zaman zaman Cohen’in
şiirleri ile müziğini küçümsedi.
Cohen, Chelsea Hotel No.2 şarkısını bir gün otelin asansöründe
rock’ın bohem kraliçesi Janis Joplin’le tanışıp sevgili olmasının
ardından yazdı. Yıllar sonra, bu şarkıda anlattığı kişinin Joplin
olduğunu açıkladığı için duyduğu derin pişmanlığı itiraf edecek,
“Bu, profesyonel hayatımdaki tek boşboğazlığım” diyecekti.