Çünkü devletler arası ilişkiler oldum olası güç mücadelesine dayanır. Karşınızdakinin istediğinizi yapmasını, istemediğinizi de yapmamasını sağlamak için ya tehdit edersiniz ya da mükafat vaat edersiniz. Ama en iyisi ve en kolayı ikna etmenizdir. İkna edebilmeniz için de karşınızdakinin nezdinde ağırlığınızın olması gerekir. Ağırlığınız varsa, muhatabınız sizi sahip olduğunuz, yaptığınız veya temsil ettiğiniz bir şey yüzünden önemli buluyorsa, pazarlık etmenize gerek kalmadan istediklerinizi elde edebilme şansınız artar.
Türkiye değişik zamanlarda elindeki farklı kozları kullanarak muhataplarından istediklerini almış, akılcı diplomasisiyle en zor zamanlarda dahi çıkarlarını koruyabilmiştir. Neredeyse iki yüz yıl boyunca coğrafi konumundan kaynaklanan gücünü etkin bir şekilde kullanmış, Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında keşfettiği akrabalarını dış politikasında koza çevirmiş, 11 Eylül ertesinde de yarattığı emsalle hem Batı’nın, hem de Doğu’nun ilgisini çekmiş, modelinden kaynaklanan etkisini güce tahvil etmiştir.
Can Paker liderliğindeki TESEV bünyesinde 2009-2014 yılları arasında beş yıl boyunca yaptığımız araştırmalar Türkiye’nin yarattığı modelin geniş Ortadoğu coğrafyasında nasıl yankı bulduğunu, bu yankının AB başkentlerinde ve ABD’de ne kadar güçlü bir rezonansının olduğunu dünyaya göstermiştir. Türkiye’nin 2009 yılında BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine ezici bir çoğunlukla seçilmiş olması o zamanlar kendisine duyulan güven ve sempatinin, ama aynı zamanda ikna gücünün de tescilidir.
***
O zamandan bu yana bazıları bizden, bazıları bizim dışımızdan kaynaklanan nedenlerle Türkiye Batı algısında ciddi bir imaj erozyonu yaşamış, reel siyaset alanındaki gelişmeler de bu erozyona katkıda bulunmuştur. İsrail ile ilişkilerin gerilmesi haksız bir şekilde “eksen kayması” kavramıyla açıklanmış, IŞİD’e karşı mücadelede kendini hemen sipere atmaması ve tabii ki müttefiklerine güvenmemesi, üstündeki medya baskısının artmasına neden olmuştur.