Küreselleşme tanımı zor bir kavram. Marx’tan Giddens’e, IMF’den Friedman’a herkes baktığı yerden bir şeyler değiştiğini, sınırlar aşan bağlar geliştiğini, sermayenin, işgücünün, bilginin, teknolojinin, üretimin, satışın, kültürün, tabii ki siyasetin küresel bazda yapıldığını görmüş, gördüklerine istinaden de bir şeyler söylemiş.
Küreselleşme farklı tezahürleriyle 1960’lardan bu yana giderek daha popüler olan ve kendisine açıklayıcılık atfedilen bir kavrama dönüşmüş. Anlatıcısının imgeleminde köyü de, şehri de oluşmuş. Büyük şirket markaları küresel olarak adlandırılmaya başlanmış. Özellikle de Soğuk Savaş ABD’nin galibeliyeliyle bitince bu sürecin durmayacağına, durdurulmayacağına olan inanç pekişmiş.
Düz dünyalardan, Mac World’lerden bahsedilmiş, marka penetrasyonu liberalleşme göstergesi olarak düşünülmüş. Son 20 küsür yılda yaşanan iletişim sıçraması da küreselleşmeye olan güvenin artmasına yol açmış. Hiç bitmeyeceği, durmayacağı, sürekli derinleşeceği, hatta egemenlik erozyonuna yol açacağı varsayılmış.
Belli ki liberal vizyon realist dayatmayı, devletler sisteminin temel mantığını, küreselleşmenin içinde barındırdığı paradoksları, sermayenin...