Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çarşamba günü muhtarlarla buluşmasında terörün sınırlarımız içinde tehdit oluşturmadan, neredeyse orada müdahale edileceğini açıklaması uluslararası hukukta var olan önleyici müdahale kavramının gündeme girmesine yol açtı. Kimileri Türkiye’nin böylesi bir hakkı olmadığını, önleyici müdahalede bulunamayacağını, kimileri olduğunu, kimileriyse olsa bile bu hakkın Türkiye’ye kullandırılmayacağını söyledi. Bazılarıysa Cumhurbaşkanı’nın Misak-ı Milli’ye ve Lozan’a verdiği referanstan hareketle müdahale hakkını tarihsel gerekçelerle açıklamaya çalıştı.
Kısacası siyaset, hukuk ve tarih iç içe geçti. Tartışmaların çoğu açıklayıcı ve yol gösterici olmaktan ziyade tartışmayı yapanın iç siyasette nerede durduğu, kendini nerede konumlandırdığıyla ilgili oldu. Oysa önleyici müdahale kavramı önemli ve terörle savaşan, bu yüzden de komşularındaki sorunlara müdahil olmak zorunda hisseden Türkiye’ye kendini dünyaya karşı savunabileceği, pozisyonunu anlatabileceği imkanlar sunuyor. Bir köşe yazısında bu imkanları kapsamlı şekilde ele almak doğal olarak imkansız, ama yine de denemek, tartışmanın hukuk boyutuna elden geldiğince katkıda bulunmakta yarar var.
***
Bilindiği gibi BM Şartı’nın 51’inci Maddesinde “Bu antlaşmanın hiçbir hükmü Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak savunma hakkına halel getiremez” denmekte. Yani bir devlete saldırıya uğradığı takdirde kendini savunma hakkı tanınmakta, ama aynı zamanda da Türkçe’ye “doğal” olarak çevrilen “inherent” kavramı yüzünden BM Şartı öncesinde var olan önleyici meşru müdafaanın, daha doğrusu önleyici müdahale hakkının tanındığı söylenmektedir.
Bu konu hukukçular arasında tartışmalı olmakla birlikte uluslararası mahkeme ve örgütlerin otorite kabul ettiği pek çok isim geleneksel hukuktan doğan bu hakkın BM Şartı tarafından engellenmediğini,