Kabul edelim ki, Türkiye en az iki cephede iki ayrı hasma karşı savaş veriyor. Bir yanda PKK var, diğer yanda DAEŞ. Her iki hasmı da iradesini Türkiye’ye dayatmaya çalışıyor. Biri toprak kopartıp devlet kurma derdinde, diğeriyse hayali emirliğine bir vilayet daha ekleme. İkisi de tehlikeli. İkisi de farklı biçimde Türkiye’nin geleceğini etkileme potansiyeline sahip. İkisi de Türkiye’yi askeri anlamda yenemeyeceklerini bildikleri için direncini kırarak siyasi anlamda yenilgiye uğratmayı amaçlıyor.
DAEŞ Suruç’ta, Ankara’da, Sultanahmet’te patlattığı bombalarla farklı fay hatlarını harekete geçirmek istiyor. Bir yandan ekonomiyi hırpalamayı, daha doğrusu konjonktürel nedenler ve hatalı kararla yara almış turizm endüstrisini bitirmeyi hedefliyor. Diğer yandan da Kürt-Türk fay hattını kırılmaya zorluyor. Belli ki DAEŞ PKK’ya karşı verilen mücadele iç savaşa dönüşürse tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi Türkiye’de de zemin kazanacağını düşünüyor.
DAEŞ’in hedefine ulaşması daha zor, ancak hedefine ulaşmak için gerçekleştirdiği eylemler Türkiye’yi yoruyor, yıpratıyor. PKK’nin siyasi alandaki mücadelesine yardımcı oluyor. Türkiye her iki hasmına karşı da askeri ama özellikle de siyasi alanda mücadele etmek, hepsinden önemlisi de mücadelesini kendisini var eden halkına meşru göstermek zorunda. Bu da hiç kolay değil. Savaşı kazanmak için hem size yakın duranların direncini korumanız, savaştan bezmemelerini sağlamanız, hem de karşı tarafı ya da tarafları kazanmanız gerekiyor.
Yani maharet her kesimin anlam dünyasına aynı anda hitap edebilmekte, direnci korurken hasımlarınıza sempati duyanların sayısını, hasımlarınızın onlar üstündeki etkisini azaltmakta. Kendi saflarınızı korumak amacıyla yapacağınız bir çıkışın karşı tarafın kazanacağı bir koz haline dönüşmemesi için güç kullanırken de, retoriksel inisiyatif alırken de meşruiyet sınırlarının aşılmaması şart.
Askeri alanda orantısallık ilkesinin ve Cenevre Konvansiyonları’nın ihmal edilmemesi, siyasi alanda da 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası bağıtların öngördüğü normalara saygı gösterilmesi gerekiyor. Mesela ifade özgürlüğünün engellendiğine işaret eden her çıkış teröre karşı verilen mücadelenin zarar hanesine yazılma potansiyeli taşır. Meşruiyet zemininizi zorlar.
Hasmınızın amaçlarına hizmet ettiğini düşündüğünüz en keskin inisiyatifleri bile görmezden gelmek bazen en akıllıca yöntemdir. Çünkü inisiyatifleri gördüğünüzde, karşı tavır sergilediğinizde onu gündeme taşırsınız, daha fazla tartışılmasına yol açarsınız, amacına ulaşmasını sağlarsınız. Eğer ille de görmek zorundaysanız, inisiyatife destek olanları suçlulaştırmak ve yabancılaştırmak yerine tıpkı Başbakan Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı gibi onları kendi tutarsızlıklarıyla yüzleştirebilirsiniz.
Evet, Türkiye isterse bundan önce olduğu gibi bundan sonra da yasalarını zorlayıp esneterek benim de tek taraflı bulduğum bir bildiriye imza atan 1128 akademisyeni muhtelif şekillerde cezalandırır. Savcılarımız, hakimlerimiz, üniversite senatolarımız teröre destek der, vatana ihanet der, 301’i ihlal der. Eminim ki bildiriyi suçlulaştırmanın bir yöntemini bulur.
Ama çok büyük bir olasılıkla Türkiye temel insan haklarından biri olan ifade özgürlüğünü koruyan ulusallaşmış bir uluslararası normu ihlal eder. PKK’ya ve hatta DAEŞ’a karşı verdiği savaşta meşruiyet zeminini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Durumdan vazife çıkartan şaibeli şahsiyetlerin açıklamaları da çarpan etkisi yaratır.