Atatürk havaalanındaki hunhar saldırıyı katıldığım bir iftar programı sırasında öğrendim. İlahi tarzında musikinin de icra edileceği programda hemen değişiklik yapıldı, kemanlar, udlar, kanunlar sessizliğe büründü. Bizler ise derin bir düşünceye. Masayı paylaştığım hanımefendilerden biri telefona sarıldı ve sonradan o sırada havalimanında olduğunu anladığım bir iş elemanı ile konuştu. Telefonunu hoparlöre alması ile adeta dehşeti biz de yaşıyorduk. Duyduğumuz ses, tedirgin, belki şokta, nefes nefeseydi, iyi olduğunu, ekibinden kayıp olmadığını ancak “çatışmanın devam ettiğini” söylüyordu. Çatışma? O anda, şimdiye kadar duyduğumuz intihar bombacısı saldırılarından daha farklı bir dehşete kapıldım. Çatışma, patlamanın, kendini patlatmanın ötesinde bir şeydi. Çatışma içinde kendince direnme, meydan okuma, zararı elinden geldiğince maksimuma çıkarma ve bütün bunlara daha da bir cür’et etme anlamına geliyordu. Belli ki failler, sadece vücutlarını değil, ellerini kollarını da silahla donatmışlardı. Ve kendilerini patlatmadan önce ayrı bir katliam yapacaklardı. Çatışma havaalanının park yerinde, girişinde ve içerideydi. Uzaktan baksanız öğrenci zannedeceğiniz üç Rus vatandaşı katil, sırt çantalarıyla sanki tatile gidiyorlardı. Bir anda kalaşnikoflar ortaya çıkmış katliam başlamıştı. Zararı artırmak için insanları yanlış yönlendirme yaparak iki ateş arasında kalmalarını sağlıyorlardı…