Gecenin on ikisi, bir ahbapla laflıyoruz. İnceden üşüten rüzgârlara karşı çay bardaklarından bir savunma hattı kurmuşuz, konuşuyoruz. Dijital dünyanın birkaç aparatının hem politik hem kişisel düzeydeki etkinliğinden söz açıldı. Birkaç bin kişilik bir etki ağının sosyal ve politik alanı nasıl kaplayıp yönlendirdiğini; Yerel, bölgesel ya da küresel algı dalgaları, linçler, savunulan ya da saldırılan odaklar ve karşı odaklar… Konvansiyonel akıl sınırları içinde kalınmalı mı, dijital aklın mantığını içselleştirip yola orada mı devam etmeli? Artık hiçbir şekilde ulaşılamadığı düşünülen ve akıntının içinde sürüklendiği varsayılan genç varoluşlar sorunsalı. Giderek herhangi bir değeri savunmanın zorluğu veya temel bir insani değere saldırıldığındaki korunaklar, şemsiyeler? “Ama zaten bu dijital alanda yeldeğirmenlerine karşı savaştan başka bir şey var mı?” sorusu. Bir de şu mu var: Diyelim microsoft bir ülkenin işletim sisteminin fişini çekti! Veya başkaca dijital platformların birden yok oluşu! Kaos mu doğar, bir ferahlama mı çıkar, ne olur? Bir câmi bahçesinde başına turuncu bir şapka takmış duvar ustasının sıva çalışmalarını izlerken yeniden düşündüm bu soruları. Eylül ayı geçiyor ama eskisi gibi mi? Bir Eylül iki defa geçebilir mi hayatımızdan, ya da biz onun içinden iki defa geçebilir miyiz? Zor, çok zor. Gecenin üçü! En uygun zaman mıydı sahiden? Sonra başını yastığa kor komaz uyuyan bir arkadaştan kafasını istedim: Ver biraz da biz uyuyalım. Bir arkadaş vardı, bahçesine her mevsimde açan farklı çiçeklerden dikmişti. Bulmalı onu, bakmalı açan çiçeklere.