Geçmiş olsun, artık İstanbul’da gerçek ve natürel anlamıyla ‘sessiz’ bir yer bulmak galiba imkânsız hâle geldi. Arabalar, uçaklar, hafriyat kamyonları, inşaatlar, egzozu özel patlatılmış motosiklet ve aşırı rahatsız etsin diye modifiye edilmiş araçlar, matkaplar, hiltiler, çöp tenekelerin ciyaklamaları, yüksek sesli dırdırlar, vırvırlar, dedikodular, tehditler, şantajlar, küfürler, ibibiklikler, kakafoniler, pet şişelerin yamulurken çıkardığı gıcırtılar, yüzbinlerce naylon poşetin hışırtıları, ulumalar, havlamalar…Velhasıl belirgin bir ses olmasa bile biteviye bir uğultu hepimizi esir almış durumda. Evet uğultu. Daha buna siyasetin ve kamusal alan filozoflarının çıkardığı tantanaları ve farklı görüşlerin müsademesinden çıkan cavcuvları eklemedik. Sessizliğe bu yüzden hasret, hatta yabancıyız. Geliniz görünüz ki rahatsız edici gürültü deyince artık aklıma nedense aşırı bir örnek geliyor: Çamlıca’da bir bahçe! Hemen bir çelişki kokusu aldığınızı biliyorum; bahçe ve gürültü ne ola? Hikâye şöyle: Bundan yirmi yıl kadar önce Çamlıca’ya o bilinen tünel açılır; açılsın güzel, biz de defalarca geçtik. Lâkin tünel açılırken bahsettiğim bahçenin sahibi olan vatandaşın arazisinden epey bir kısım komik bedelle istimlak edilir. Edilsin, buna da bir şey denmiyor. Ama fakat tünel yapılıp arabalar vızır vızır son sürat geçmeye başladıktan sonra o sükun ve huzur bahçesindeki evlerinde oturanlar için cehennemî bir süreç başlar: Gürültü! Aşırı gürültü! 7 gün 24 saat 20 yıldır devam eden gürültü, homurtu! Artık ne derseniz. Hayır hayır, tabii ki Üsküdar Belediyesi’ne ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne sayısız dilekçe verilmiş bir ses duvarının örülmesi için.