Cumartesi günü âniden alınan bir kararın ardından iki otomobil ve altı kişiden mürekkep bir seyahat müfrezesi ile Edirne’ye doğru hareket ettik. İstanbul’dan da önce başkent olmuş bir şehrin tam merkezindeki üç anıtsal câminin derinlikli, oturmuş, heybetli, incelikli minareleri karşıladı bizi. Gecenin hatırı sayılır soğuğu ve şehrin birbirinden güzel bazı yapıları içinde dolaşırken ne çok şeyi kaybettiğimizi bir defa daha müşahade ettik. Simgesel köftelerden sonra bulduğumuz bir mahalle kahvesinde, iyi demlenmiş çayları getiren emekli bir amcanın güngörmüş anılarını dinlerken arkadaşlarımdan ikisi sıkı bir tavla partisine tutuştu. Sanat tarihiyle de ilgilenen genç dostum ise o soğukta şehirden çeşitli fotoğraflar çekip dijital ortamlarda kendi tâkipçilerine iletmekle meşguldü. Her zaman olduğu gibi sorgulayıcı, kurgulayıcı, analitik bakışların imbiğinden geçmiş kesinlikler ve bir teori olmaya aday nice gözlem cümlelerinin ardından otele geçtik. Hepsi de sıkı bir ehl-i duhan olan dostlar, bir süre de burada sürdürdüler sohbeti. İstirahat saatlerinin ardından sabah Karaağaç’ta nehrin kenarında yaptığımız kahvaltı ve gezintiden sonra sıfır noktasına kadar varıp, oradan Selimiye’ye vâsıl olduk. Sinan’ı bir kez daha anmayıp n’eyleyecektik? O kubbenin altında bir müddet ‘varolduktan’ sonra hemen camiye bitişik olan Türk İslam Eserleri Müzesi’ni ziyaret ettik. Başarılı şekilde düzenlenen müzede, her odada ayrı bir malzeme ve tema ile sergilenen seçkin eşyaları seyreyledik.