Daha geçen haftaki yağmurların şehirde yaşattığı şok atlatılmadan, şehir, Perşembe günü bir küçük ‘kıyamet’ daha yaşadı. Bu şiddetli yağmur da önceden meteoroji/ihbarlanmış olduğu halde olanlar oldu. İstanbul yine gitti. Önce dakikalar içinde hava karardı. Sonra gümbürtüler koptu, yıldırımlar çaktı, fırtına çıktı, erik/ceviz/portakal büyüklüğünde dolular yağmaya başladı… Haydarpaşa’da vinçler devriliyor, Çengelköy’de, Üsküdar’da çınarlar yıkılıyor, bazı noktalarda minareler devriliyordu. Bazı caddeler yine Venedik’e dönerken, sayısız arabanın camları kırılıyor, kaportalar mermilenmiş gibi dolulardan nasibini alıyordu. Nasip almayan sadece şehri yönetme aklıydı galiba. Yine bütün deniz kenarları arabaları yutacak kadar suyla dolu, yine binlerce ev ve işyerini su basıyor, yine şu, yine bu… Hakan Albayrak’ın “Hiç akletmez misiniz”/ Hayır etmeyiz dizelerindeki mantığın içinde yüzüyorduk hep birlikte. Yağmurun şiddeti filan tamam da her yeri betonlaştırıp, hâlâ daha gözünü her nasılsa kalmış üç beş parka, yeşilliğe, koruya çeviren rantik kafanın hiç mi suçu yok? Yeteri kadar toprak, yahut tahliye sistemi bulsa kaybolacak olan yağmur suyu ne yapsın, betonu mu delsin? Gökten ellerinde matkapla mı insin damlalar? Bu tabii afetten sonra herkes şunu söyledi: “böyle bir şeyi İstanbul’da ilk defa görüyorum. ” Fakat açık ki bundan sonra galiba epeyce göreceğiz.