23 Nisan 1933 gününün sabaha, 30
yaşındaki Maarif Vekili Reşit Galip
Bey, her zamankinden daha erken çıktı yataktan. O
gün Cumhuriyet’in 10.
yılı kutlanacak, milletin heyecanı yere
göğe sığmıyordu.
Reşit Galip Bey bütün gece bir metin üzerinde çalışmıştı. Gecenin
geç bir saatinde metne son şeklini vermiş, yatağa girmiş ama
heyecandan uyuyamamış, uyur uyanık bir gece geçirmişti.
Tıraş olup hazırlandıktan sonra kahvaltı masasında üç kızını
karşısına aldı ve gece yazdığı metni ilk olarak onlara okudu:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu,
budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.”
(Metnin sonuna ‘Ne mutlu Türküm
diyene’ ibaresini koymak herhalde Reşit
Galip Bey’in aklına gelmedi, bu ibare 1972 yılında eklendi.)
Eşi metni çok beğenmişti. Sevindi buna.
Çocuklarını sıkı sıkıya tembihledi; bundan sonra 8 Ekim 2013
tarihine kadar tam 80 yıl boyunca her sabah çocuklara okutulan ve
literatüre “Andımız” olarak
geçen metni yazanın kendisi olduğunu hiçbir arkadaşına
anlatmayacaklardı.
Bu hikayeyi yıllar sonra anlatan Profesör
Baskın Oran’ın eşi Reşit Galip’in torunu Feyhan Oran,
bunun nedenini “Metinden hoşlananlar
olacağı gibi, hoşlanmayalar da olacak” o
yüzden andın müellifi gizli kalsın istemişti diye
açıkladı.
Tam beş yıldan beri okullarda okutulmayan ancak hükümet
yetkililerinin beyanlarına göre
Danıştay’ın “yetkisini
aşarak” okullarda
yeniden “okutulsun” dediği
“Andımız”ın yazarını sizler gibi ben de merak ettim; bakın bakalım
dönemin Maarif Vekili Reşit Galip Bey kimmiş...
Reşit Galip
*
Aslen Rodosludur, asıl mesleği
doktorluktur.
Çok genç yaşta öldü.
İnkılap dalga dalga yükselen bir şeyse, o dalgaların arasında şöyle
bir göründükten sonra kayboldu gitti.
Bütün hikaye Gazi’nin 17 Mart 1923’te
Mersin’e yaptığı ziyaretle başladı.
Kalabalığın arasında genç bir adam öne fırladı, hükümete dair
yüksek sesle fikirlerini dillendirmeye başladı. Gazi,
bu “yakışıklı, zarif
insanın” etkisi altında kaldı, bu
delikanlıda bir meziyet var diye düşündü!
İsmini defterine yazdı.
Merak ettiği genç adam, umumi harpte, milli mücadelede birkaç
doktor arkadaşıyla köylerde, cephelerde gönüllü hizmet etmişti.
Gazi hemen onu Ankara’ya çağırdı!
*
Aydın mebusu oldu. Ele avuca sığmıyordu. Az gülüyor, her mevzuu en
ciddi tarafından tutarak üzerinde uzun uzun çalışıyor, güzel
konuşuyor, kürsü hakimiyeti çok iyi, sesi
derin, kalın ve heyecanlıydı. Kısa
sürede kıskanç ve habislerin şimşeklerini üzerine çekti.
Birkaç dostu onu uyardı, fazla öne çıkmamasını tembihlediler fakat
heyhat, genç adam Meclis koridorlarında kafese kapatılmış bir aslan
gibi kükrüyordu.
Şefler, bu ihtiraslı gencin pek yakında çok önemli bir göreve talip
olacağını o an anladılar.
Genç doktorun kariyeri için Şeyh Sait
hadisesi iyi bir fırsat oldu. Hükümete
şiddetle hücum etmeye başladı, isyanın kan ve ateşle derhal
bastırılmasını istedi.
Şefler işareti hemen aldılar, onu hukukçu olmadığı
halde İstiklal Mahkemeleri'ne
aza seçtiler.
Bu göreve kendisi talip olmuştu.
Bazı arkadaşları onu uyardılar;
“Sen bir doktorsun, inkılabın öldürücü kuvvetleri arasında
değil, yaşatıcı saflarında
olmalısın”dediler.
Genç adam onları küçümseyerek,
“Ne yani, inkılabın müdafaasında vazife almayayım
mı?” cevabını verdi.
Kılıcı eline aldı. Gündüzleri İstiklal
Mahkemesi’nde “dimdik duruşu, mağrur
bakışı, azametli
tavırlarıyla” acımasızca ölüm
kararlarına imza atıyor, akşamları da yakın dostu Ahmet Ağaoğlu’nun
Keçiören’deki evinde “yumuşak, tatlı bir
insan olarak edebiyattan, felsefeden, sanattan,
tarihten” konuşuyordu.
*
İstiklal Mahkemeleri kaldırıldıktan sonra bir süre avare avare
dolaştı.
Müşavir kalmak değil, baş olmak, emir vermek, mutlak salahiyetle
hükmetmek istiyordu.
“Neden asker olmadım” diye kendi
kendine hayıflanıp durdu.
Ona göre Türkiye’de her şey askerden
ibaretti.
Siyaset de, idare de onların hakkıydı!
Sonra kendini şu fikre inandırdı.
Asker değildi ama askeri zihniyet onu bir yere
getirebilirdi. Hem Hitler de, Mussolini
de asker değildi, biri köy öğretmeni, öteki duvarcı ustasıydı.
Onlar hedeflerine gençliği teşkilatlandırarak varmışlardı.
*
Aklına, iktidarın büyüklü küçüklü bütün azalarının üyesi
bulunduğu Türkocağı’nın başına
geçerse emeline ulaşabilir fikri geldi. Ocakların siyaset ve devlet
adamlarına karşı çıkmasını sağlayacak, böylece hakiki bir kuvvet
olacaktı. Ocakların reisine, “Ocaklara
bağlı gençleri askeri prensiplere göre yetiştiren, onlara silah
talimleri, saf halinde yürüyüşler
yaptıran” projeler teklif etti. Onların
başına de kendisi geçecekti, böylece inkılabın hizmetinde yedek bir
ordu meydana getirmiş olacaktı.
Ocakların reisi bu fikri nezaketle reddetti.
Kongrede, “Bu zat Ocakları siyaset yuvası
haline getirmek istiyor, Türk gençliğini Ocakların içinde
silahlandırmak, onların vasıtasıyla memlekette ‘Karagömlekliler’
ordusu kurmak istiyor” dedi.
Konuşma sırası ondaydı.
Sert adımlarla kürsüye yürüdü.
Hiddetliydi.
Yüzü sapsarıydı.
Hakaret dolu bir konuşma yaptı.
Salona bulunan herkes onu protesto etti.
Sesler biraz kesilince parmağıyla Şef’in locasını işaret
ederek, “Büyük Reisimiz beni dinlediği
halde siz neden tepinip
duruyorsunuz?” dedi. Başlar oraya göndü,
Gazi locadaydı.
O günden kısa bir süre sonra Türkocakları kapatıldı, yerine
Halkevleri açıldı, başına da o geçti.
*
Serbest Fırka kuruldu; idare
heyetinde umumi katip olarak yine o vardı. Fakat birkaç gün sonra
hem umumi katiplikten, hem de Serbest Fırka’dan istifa ettiğini
görenler, bu partinin daha doğarken ölüme mahkum edildiğini hemen
anladılar.
*
Uzun bekleyiş döneminde kendini dil etütleri ve orijinal tarih
tezlerine verdi. Müslümanlığın Türkler'in milli dini olduğu tezini
ortaya attı, Hz İbrahim’in, oğlu İsmail’in ve onların soyundan
gelen Hz. Muhammed’in Türk olduğunu iddia
etti.
*
Bir gece Dolmabahçe Sarayı’nda
Gazi’nin sofrasında olan bir hadise onun hayatına yepyeni bir
istikamet verdi.
Sofrada birisi Gazi’den İş Bankası’nın kendisine kredi açmasını
istedi. Gazi de kabul etti. Ancak o büyük bir cesaretle buna isyan
etti, bu paranın birilerine kredi olarak değil, memleketin hayır
işlerine harcanması gerektiği söyledi.
Gazi çok sinirlendi;
“Kalk, derhal git buradan” diye
emir verdi.
O ise;
“İçinde bulunduğumuz yer, millete ait bir saraydır, hiçbir
yere
gitmiyorum” dedi.
Herkesin kendisinden çok şiddetli bir karşılık beklediği Gazi ise,
bu cevap karşısında, “Öyle ise ben
gidiyorum” dedi ve sofradan kalktı,
sofrada bulunan herkes Gazi’yi takip etti.
Yalnız o, koca masada tek başına sabaha kadar oturdu, sabah olunca
da Gazi’nin yaverinden biraz borç para alarak trenle Ankara’ya
gitti.
*
Aylarca Keçiören’deki evinden
çıkmadı. Her gün Gazi’ye bir mektup
yazarak af diledi. Af etmezse intihar
edeceğini bile söyledi.
En son Çankaya’dan bir haber geldi, Gazi
onu çağırıyordu. Sevgilisine koşan bir aşık gibi koştu
Çankaya’ya.
Atatürk sofrada yer gösterdi. Oturdu.
Gazi iki er çağırdı;
“Bu adamı yerinden kaldırarak birkaç kez havaya
atın” dedi.
Güçlü kuvvetli iki delikanlı onu yerinden kaldırarak birkaç kez
havaya atıp tuttu, sonra yerine bıraktı.
Gazi neşeyle gülüyordu;
“Biz işte böyle adamı oturduğu yerden kaldırmasını
biliriz” dedi.
Bütün ümitleri tekrar yeşerdi. Kendine söz verdi, artık bir daha
Gazi’nin bir dediğini iki etmeyecekti.
*
Bu geceden bir süre sonra, Darülfünun’un
İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesi fikri ortaya
atıldı. Gazi, mevcut Maarif vekilinin bu
işi yapamayacağına inanıyordu, o yüzden vekili görevden aldı yerine
onu Maarif Vekili yaptı. Ona verilen
görev, eskinin yerine yeni bir zihniyet,
gelenek yaratmaktı. İnkılap şekilden
ruha, dimağa doğru ilerliyordu.
Şöhretti günden güne arttı. Andımız’ı bu sırada
yazdı. Ezanı bu sırada
Türkçeleştirdi.
Gençler üzerinde etkili oluyor, istikbalin örnek insanı olarak her
yerde parmakla gösteriliyordu.
O da buna inanıyor, “hakiki bir cezbe
içinde” her yerde varlığını
hissettirmeye başladı.
*
En büyük hatayı da bu sırada yaptı. Yeni üniversitenin tarih
profesörlüğünü üzerine alma gafletine düştü. Yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin fikir ve ruh yapısının temeli olsun diye
kurulmuş İstanbul
Üniversitesi’nde hele inkılap kürsüsünde ilk dersi vermek
onun değil, Gazi’nin hakkıydı!
Onun yaptığı büyük bir hataydı, affedilmedi.
Aralarında Fuat Köprülü’nün de
bulunduğu birçok profesör durumu protesto etmek için istifa
etti.
Birkaç gün sonra Maarif Vekilliği'nden alındı.