Profesör Ahmet Davutoğlu’nun yakın bir zamanda piyasaya çıkan
“Medeniyetler ve Şehirler” kitabını okurken, günümüzde artık
sayıları gittikçe azalmış, “medeniyete” ve “şehirlere” dair bize
bilmediğimiz bir yığın “yeni” şeyi gösterme iştahıyla yanıp tutuşan
eski zaman seyyahlarının o titiz gayretkeşliğini gördüm.
Bir bilim adamı... Bir politikacı... Bir yazar... Aynı kişinin
bedeninde, el ele tutuşup sefere çıkıyorlar. İşte o seferin
izlenimleridir aslında bu kitapta Davutoğlu’nun bize
anlattıkları.
En azından ben öyle okudum.
“Şehir” kelimesinin şiirsel çağrışımlarını, özlemle koşutluğunu,
uzaklıkla ilişkisini, yerleşik hayatla hemhal oluşunu hatırladım;
bu kelimenin hayatımdaki yerine götürdü aklımı kitap.
Taşın sert, siyah ile beyazın birbirinden farklı şeyler olduğunu
anladıktan sonra ilk defa bir şehre ayak basmış “köylü çocuğunun”
aksak sakar yıllarına gittim zaman zaman, “rüyalarına şehir girmiş”
ama “şehir görmemiş” çocukların şehirlerle sonradan kurduğu
ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu düşündüm.
***
Gerçi Hoca, kitabına atfettiğim çağrışımlarıyla pek ilgili değil;
onun derdi başka, bambaşka bir şey anlatıyor; “şehirlerin
kaderini”, “tarihi akış içinde ait oldukları medeniyetlerin
kaderiyle özdeşliğini”, “medeniyetlerin yükselişi ve düşüşü”
esnasında “şehirlerin rolünü”... “Şehirler, tarihte nesne midir,
yoksa özne midir?” gibi “kazık” sorular sorarak, sorduğu soruların
cevaplarını kendisi vererek, daha derin, daha karmaşık birtakım
teorik analizlerle birlikte daha önce gezip gördüğü, mabetlerinde
ibadet ettiği, müzelerine uğradığı, yüksek tepelerine çıkarak,
derinliklerinde gezinerek, sokaklarında, caddelerinde ruhunu
hissettiği şehirlerin kendisindeki izlerini yansıtıyor kitabında...
Şehirler “nesneyken”, nasıl “özne” haline gelebildiklerini
gösteriyor bize...
Ama olsun, zaten her iyi kitap yazarından bağımsız, “saf ve
düşünceli” okura, yazarının niyetinden çok farklı şeyler duyumsatan
kitaptır.
Yazar bambaşka bir niyetle anlatır; okur ısrarla onu kendi anladığı
biçimiyle okur.
***