Gölgeler uzamış, güneş dağın arkasına bir el tarafından zorla itilmiş gibi kana kana batıyor.
Dağlardan dalga dalga hüzün yağıyor üzerimize.
Küçük elimi bıraktı, yüzüme değil karşıki dağlara baktı, güneşin kızıllığından kamaşan gözlerinden akan yaşları gizledi benden, “ağlamıyorum oğlum işte” dedi, içim bomboştu, sonra elimi yavaş yavaş bıraktı, son parmağım da sıcak avucundan düşerken, bir uçuruma yuvarladım, tam o esnada güneş büyük bir gürültüyle girdi dağa...
Kapkaranlık oldu her yer...
Gitti, ben uzun uzun baktım arkasından.
Beni orada, o yatılı okulda bir hüzün kuyusuna dibine attı, kendisi kör karanlığın içinde kayboldu gitti ağabeyimle birlikte.
*
İlk ayrılığımızdı.
Babam bir gezgindi, burada sınırın bu yakasında bizimleydi gövdesi; aklı, bilinci sınırın öte yakasında kalmış çocukluğundaydı sanki... Doğduğu evde, oradaki elma bahçesinde...
O yüzden bulduğu her fırsatta rızkımızı toplamak için alıyor katırını, gidiyordu oralara.
O yüzden onu çok az gördüm çocukluğumda.