Eskiden, bundan bir asır evvel kadar çok eskiden, çoğu iyi
mekteplerde okumuş, dilin inceliklerine vakıf, bir kelimeyi
yanlış kullandığında ortalık yerde bir kabahat işlemiş gibi mahcup
olan,hepsi güngörmüş, hepsi çelebi, hepsi iki dirhem bir çekirdek
giyinen, yazdığı gibi güzel Türkçe konuşan, çoğu dil bilen, çoğu
kıt kanaat yaşayan, İmparatorluğun başkentine dair her şeyi
hafızasında tutan, şehrin tarihini, kenar mahallelerindeki sokak
satıcılarını, cambazlarını, dilencilerini, bakkallarını, Rum
meyhanelerini, Ermeni müzisyenlerini, eğlence yerlerini,
çayırlarını, mesire yerlerini, tarihi çeşmelerini, hanlarını,
hamamlarını, camilerini, çarşılarını, semt pazarlarını, uzak
semtlerin yoksulluğunu, zengin semtlerin
ihtişamını, Boğaziçi’nin şıngır mıngır hallerini, bayram
yerlerini, Ramazan gecelerini, sofra adabını, lokantaların
yerini, yemek listelerini, mevsimlerinin ayrı ayrı güzelliklerini,
kentin tarihten gelen mirasının bir yansıması olan çok
kültürlülüğünü, folklorunu, eğlence kültürünü, mimarisini,
estetiğini, etnik yapısını, dini inanışlarındaki kozmopolit
yapısını, bu yapının yarattığı cümle imkanları çok iyi bilen,
bütün bu yaşama alışkanlıklarını yazılarında, kitaplarında,
röportajlarında bıkmadan usanmadan tekrarlayan, o yüzden de bir
geleneğin gönüllü aktarıcısı rolünü üstenmiş olan günümüzün
Hıncal Uluç’una benzer sayıları bir hayli fazla İstanbul
yazarları vardı matbuatta.
Arkalarında yüklüce bir külliyat bırakarak hayatımızdan çıkmaları o
kadar çok uzun bir zaman oldu ki...
Çoğunun adını unuttuk ama unutmayıp kitaplarını hala başucumuzda
tuttuklarımız da var çok şükür.