Parmağıma batan dikenin canımı yaktığını fark ettiğim günden, kangren zamanlara ayak bastığım ana kadar; durmadan kulağıma güzel sözler fısıldayan, ismiyle müsemma Cebrail Dayımın çocukluğumun sönen bir sobanın etrafında geçirdiğimiz uzun, soğuk kış gecelerinde anlattığı o büyülü masallar hiç eksilmedi hayatımdan. Hâlâ şu anda bile gözlerimi kapatıp o anları düşündüğümde çölün ortasında uzaktan bakınca apak bir yumurta gibi gözüken o kırk odalı büyülü kasır gelir gözlerimim önüne. Dayımın bütün masalları gerçekmiş gibi gelirdi bana. Bu yüzden inadına o masallara inanan bir çocuk olarak kalmak istedim şu yaşıma kadar.
Van’da; haber ajanslarının bulunduğum yere getirdikleri yürek paralayıcı savaş haberleri arasında, penceresinden Süphan Dağı görünen bir evde perdeleri ardına kadar açmış, içeri giren yalancı baharın havasını doyasıya soluyarak, kısa bir süre önce Ankara’da aldığım Alexandre Postel’in “Flaubert’in Bir Sonbaharı” (YKY) romanını okuyorum.
53 yaşındaki Gustave Flaubert 1875 yılında, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden bir nebze olsun uzaklaşmak amacıyla iki aylığına bilim adamı dostu Pouchet’nin yaşadığı Concarneau’nun yolun tutar. Parasızdır, hastadır, uyumsuzdur, hayalleri yıkılmıştır, yazma arzusunu kaybetmiştir. Beyni zonklamaktadır. Doğum sancılarına benzer bir sancı gelip saplanmış beynine. Çektiği bu sancılar, ünlü hikayesi “Konuksever Aziz Julien Efsanesi”nin doğum sancılarıdır.