Yaklaşmakta olan yeni yılın çağrışımlarından olsa
gerek; nicedir hayatımızdan
çıkan, artık şehir meydanlarında, tren
istasyonlarında, vapur iskelelerinde, otobüs terminallerinde,
postane önlerindeki küçük tahta tezgahlarda satılmayan, varlarsa
bile küçük kırtasiye dükkanlarının, gazete satıcılarının tozlu,
kimsenin elinin kolay kolay ulaşmadığı ücra raflarında ölüme terk
edilmiş olan eski yılbaşı tebrik
kartlarına gitti aklım.
Bir parça sim düştü karın üzerine, kar mı eridi, sim mi
bilinmez, bir anda kayboldu sim.
Kar kızıl bir renge büründü.
Bir geyiğin çektiği kızak kara battı, sonra geyiğin
kendisi... Çatal boynuzları dışarıda kaldı.
Kırmızı kurdeleye benzer bir şerit dolandı boynuzlarına. Bir
yazı belirdi kartın üzerinde:
“Mutlu yıllar!”
*
Henüz Türkçe bilmediğim, sanki birileri sığınsın diye dağlar
arasına saklanmış birkaç evden müteşekkil o ücra köydeki okul
öncesi zamanlara gitti aklım.
“Üç ev görsek şehir
sandığımız” yıllardı.
Tebrik kartı askerdeki ağabeyimden gelmişti.
Bir geyik bir arabayı
çekiyordu. Kırmızı urbalar içinde, pamuk gibi
sakalları olan bir adam sürüyordu arabayı...
Kar vardı, pul pul sim dökülüyordu karttan.
Kalabalık odada tebrik kartı havalandı, kart sanki bir top
ışığa dönüştü.
Evin içinde gezintiye çıkan o top ışık, gaz lambasının
aydınlattığı yarı karanlık odanın her tarafını beyaz bir ışığa
kesti; altımızdaki ahırda geviş getiren
hayvanların kokusunun insan kokusuna karıştığı yarı loş oda bir
anda eğlenceli bir yeni yıl kutlamasının yapıldığı, ışıl ışıl bir
mekana dönüştü.
Sanırım yılbaşı değildi.
O zamanlar yılbaşı diye bir şey yoktu hayatımda.
*
Bir geyik bekliyorduk.
Avcı İsmail geyik avına çıkmıştı gün doğmadan.
Dışarıdaki karanlığı bembeyaz kar delmişti.
Açlıktan uluyan kurt sesleri geliyordu
uzaklardan.
Tilkiler dolanıyordu dışarıda.
Görünürde avcı yoktu.
Ama gelecekti, geyik getirmeye gitmişti.
Bu gece ille de geyikle bitecekti.