Rüyalarını süsleyen bir şehre ilk defa ayak basmak, denizin tuzlu olduğunu ilk defa fark etmek gibidir.Damağında, dimağında bir dünya tat, bir o kadar şaşkınlık bırakır.Kapıldığın his o şehir, o deniz kadar büyülüdür. Geniş geniş soluk alırsın, nefesine bir kuvvet gelir... Görüş alanındaki her şey, "önce bana bak" diye birbiriyle yarışır. Bir süre sonra görüntülerin tümü iç içe geçer, şekiller seslere karışır, göz bir şeyi görmez olur, her şeyi kulaklarınla görürsün, şehir gümbürder, gümbürtüsü başına vurur."Başımda kavak yelleri" diye tarif etmek mümkün bu duyguyu. Ayakların hafifler, kokuları ayırt edersin bir anda, o sırada birisi sana bir yumruk atsa, sarılıp öpmek istersin. Bastığın yeri görmez, içinden gelen tek şey neşeli bir şarkı söylemektir. * 1983 yılının bir Haziran günü, tarihi Bostancı Köprüsü üzerinde durduğumda bu duygular içindeydim.O sırada nerede durduğumu bilmiyordum. Yüzüm denize dönük, köprünün altından akan kirli su, sağ yanımda otobüslerin son durak olarak kullandığı meydan, arkamdaki tren istasyonu, buradan görünen iskele hiçbiri hakkında hiçbir fikrim yoktu.Meğerse bu şehri Anadolu'ya ve başka başka memleketlere bağlayan bir köprünün üzerindeymişim; nereden bileyim, o sırada başıma vurmuş şehirle meşguldüm ben.