Kuledibi’nden Karaköy’e hızlı hızlı inerken, kafamın içinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,“İstanbul’un asıl mevsimi sonbahardır,” sözü dolanıp duruyordu.
Gün muhteşemdi çünkü. Şerbet gibiydi her şey.
Bu semtte oturduğum otuz sene evvelden bugüne bir kule, bir de binalar kalmış kendisi gibi. Kaldırımlar değişmiş, dükkanlar değişmiş, satıcılar değişmiş, oteller açılmış, lokantalar çoğalmış, kafeler, hediyelik eşya dükkanları, banka şubeleri, insanlar değişmiş, telaş artmış…
Ama hava, ama endam hep aynı… Aynı hava, aynı endam orda bir yerlerde asılı kalmış.
Yüksekkaldırım hep bir kış günü olarak kazınmış hafızama. Bastığım kaldırım taşlarının altından fışkıran pis suların pantolon paçalarını berbat ettiği, bir o kadar berbat bir yağmurdan artakalmış, şehrin yanık kömür kokusuna teslim olduğu puslu bir kış günü…
Bugüne hiç benzemeyen günlerden bir gün…
Telaşım var; Karaköy’de Kadıköy vapuruna yetişeceğim ben de.
Vapurlar da değişmiş. İskele de değişmiş. Her şey yenilenmiş.
Peki “yeni” ne?
“Eskiyecek her şeye yeni denir” demişti Özdemir Asaf.
Yeni vapurun merdivenlerini tırmandım. Üst katta bir yer seçtim tenha vapurda cam kenarında kendime. Salonun kapısı dışarıya açılıyor. Açık alan orası, hani Cemal Süreya’nın, “Sigara içmek için üst kata çıkıyorsun” dediği yer… Baktım oraya, şairin “sesinde ne olduğunu anlattığı” kişiyi aradı gözlerim, gazetesini okurken görmedim onu. “İki de bir elini başına götürüp/Rüzgarda dağılan yalnızlığını” düzelten kişiden eser yoktu anlayacağınız.
Hem Cemal Süreya’nın “8.10 vapuru” sanırım Kadıköy’den kalkmıştı.
Vapur hareket etti. Ziya Osman Saba, inceden inceye terennüm etmeye başladı türküsünü:
“Seni görüyorum yine İstanbul
Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
Minare minare, ev ev
Yol, meydan.
Geliyor Boğaziçi’nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi”
Kızkulesi örtü altında hâlâ.