Üç defa karşılaştım onunla.İlki 1989 yılında, o zamanlar Tepebaşı'nda açılan Kitap Fuarı'nda... Aynı gazetede beraber çalıştığım arkadaşım Seral Cumalı, "İsmet Özel'in imza günü var, gidelim, tanıştırırım seni" dedi hevesle.Kalktık gittik. İsmet Özel ile Seral çok eskiden tanışıyorlarmış.Şairin önünde kuyruk yoktu. Seral sevinçle ona doğru gitti, ben heyecanlı, ürkek ürkek arkasından... Seral elini uzattı, "Merhaba" dedi, İsmet Özel elini uzatmadı, "Seralcığım ben artık kadın eli sıkmıyorum, kusura bakma" dedi. Seral'in eli havada, benim ağzım açık kaldı...Bazı erkeklerin kadınların elini sıkmadığını gerçekten de bilmiyordum.O gün öğrendim.*İkinci karşılaşmamız bir belediye otobüsünde oldu. Beşiktaş'tan Taksim'e aynı otobüste yolculuk yaptık. O hep otobüs camından dışarıyı seyretti, ben hep göz ucuyla onu...Ne o bunun farkındaydı, ne de otobüs yolcuları farkında!*Üçüncü defa bir televizyon stüdyosunda karşılaştık. Yedi sekiz sene kadar önceydi. CHP'li bir milletvekili İstiklal Marşı'nın yazarıyla ilgili hoşa gitmeyen bir laf etmişti, Mehmet Akif'i savunmak da bize düşmüştü galiba. Ben, İsmet Özel ve sözünü ettiğim CHP'li milletvekili stüdyodaydık.Yerlerimizi aldık, isimlerimizin altına ne yazmaları gerektiğini sordular bize.Ben "Yazar yazın" dedim, İsmet Özel zaten şairdi, ona sanki sormaya gerek yoktu. İşte tam burada müdahale etti Özel, "İsmimin altına şair yazmayın" dedi. "Ben İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı'yım. Bunu yazın!"Oturduğu sandalyede o koca şair sanki bir anda küçüldü küçüldü gözümde, ufacık bir derneğin ufacık genel başkanı oldu. Sonra kudretli şaire terbiyesizlik yapmayayım diye gözüme kızdım, bir anda aklıma "Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin/ üzgün, kara, ayaklanmaya hazır" dizesi geldi, tek bu dizenin yüzü suyu hürmetine bile olsa sandalyedeki o küçük derneğin, o küçük "genel başkanı" gözümde tekrar büyüdü, büyüdü, o büyük şaire dönüştü. *Birçok büyük şairi, yazarı tanımış olan birisi olarak söylüyorum. Mümkünse tanışmayın onlarla, yolunuza çıkarlarsa değiştirin yolunuzu. İsmet Özel der ki, "Nil Nehri'ni gördüğüm zaman görmez olaydım" dedim, "Bu mudur yani?"Zihnimizdeki resim, gerçek resimden her zaman daha parlaktır.Bırakın o parlaklığa halel gelmesin!*Beni ona "Yıkılma Sakın" şiiri götürdü.Kelimelerden hamaylı yapıp göğsümde gezdirdiğim yeni yetme yıllarımdı. Tok, gür, yankılı sesiyle okudu bu şiiri ezberden bana Güner Sernikli hocam Hakkari Halk Kütüphanesi'nde.Karlı bir kış günüydü. Şiir Sümbül Dağı'nda yankılandı. Sanki bütün dostlar sese geldi, uyandılar! "Kanla kirlenmiş evrak" şiirin suyunda paklandı.Kelimeler dizildi ardı ardına, "pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler..." "bazısı tülden bazısı demir..."O günden itibaren meftunu oldum, "kabzenin, çekicin ve divitin tutulduğu yerden parlayan şiir"inin..O günden itibaren ne zaman "Ya beni de götür, ya sen de gitme" türküsünü dinlesem, "İçimden şu zalim şüpheyi kaldır/ Ya sen gel ya beni oraya aldır" diye devamını getirdim türkünün.Rahmetli hocam Güner Sernikli ne zaman "Yıkılma Sakın"ı okusa bana, arkasından bu türküyü söylerdi çünkü.* Şiirine benzer çok az şair vardır. Belki de yoktur! Benzemezler, çünkü şiire benzeyen insanı bulmak güç. Şiir güzel, insan çirkindir. Belki de insanın şiir denilen bir güzelliği keşfetmesinin sebebi, kendi çirkinliğini örtmek içindir.*Yüksek sanat derler şiire. "Avama" değil, "havasa" yazılır derler. Derler ama şairleri ille de "avama" çeken bir şey var. Daha çok okunma, daha çok beğenilme isteğinden midir, "havasın" içinde herkes kendileri benzediğinden, "avamın" içinde fark edilme isteğinden midir bilinmez, şairler ne yapar eder bir şekilde herkesin yapabileceği işlere heves ederler. Veya şiir denilen ağır yük sadece onlara hafif geldiğinden olsa gerek, daha "ağır yüklere" koşmak isterler. Misal Nazım Hikmet, hep Komünist Parti'nin "politbürosuna" girmeyi hayal etti.Sezai Karakoç şiiri bıraktı, Diriliş Partisi'ni kurdu.Cemal Süreya arada bir siyaset gözlüğünü taktığında çekik çekik, "Maocu, Maocu" baktı.Necip Fazıl'ı anlatmaya gerek yok.Galiba büyüklerin içinde birazcık kendini muhafaza eden Edip Cansever'le Turgut Uyar oldu. (Turgut Uyar da heves etti de, şartlar elvermedi. Murat Belge anlatır. Gizli bir teşkilat kurduklarında bu teşkilatın bir marşı olmalı derler, kalkıp sözlerini yazsın diye Turgut Uyar'a giderler. Teşkilatın adını söylemeden bir marş isterler şairden. Turgut Uyar yutmaz tabi, "Beni örgüte götür" diye tutturur. Gider içerden tabancasını getirir, "Ben banka da soyarım, kimse benden şüphelenmez" der. "Yapma etme Turgut, bizim bankayla, soygunla işimiz olmaz" derler, inandırabilirsen inandır, "Benden örgütü saklıyorsunuz" diye neredeyse küsecek...) Şairlerde, şiirden başka işlere heves etme istediği genellikle "şiirden kesildikleri" dönemlere rastlar.Sahiden "şiirden kesilmenin" bir yaşı var mı? Turgut Uyar buna "kırk yaş" sınırını koyar. Der ki:"Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi falan gibi sebeplerle değil... kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum."Peki kendini "yeniden icat eden" kaç şair var oldu bu memlekette?Allah'tan yoldaşları güvenmedi Nazım'a da onu "politbüroya" almadılar, almadılar da ölünceye kadar şair olarak kaldı. Belki de birkaç istisnadan biridir Nazım!*İsmet Özel, Cemal Süreya'nın deyimiyle "kamp değiştirip" Müslüman olmayı seçtikten sonra "kendini yeniden icat eden" bir şair olmak için fazla heveskar davranmadı galiba. Yeni şiirini zamana yaydı. Bir kere geçmişini inkarla başlamadı işe, bu iyi bir şey. Çünkü bugün hala dilimize yapışmış birçok dizesi, henüz solcuyken yazdığı dizelerdir. Onlara sahip çıktı. Hatta "Bir Yusuf Masalı" ve "Amentü"yü bile, kendi deyişiyle "Allah ona ihtida nasip etmeden" önce düşünmüş ve adını koymuştu.Geçirdiği değişimi, uzun süre şiirine yansıtamadı. Ta ki 1980'lerin ortasında başlayıp 2000'lerin ortalarında bitirip yayınladığı "Of Not Being A Jew" kitabına kadar... Burada "kendinden kaçışın ve yeniden kendine dönüşün" macerasını görkemli bir şiire dönüştürdü ve orada durdu, bir nevi "jübile" yaptı. *Solcuyken yazdığı şiirlerin büyük bir kısmı "devrime güzellemedir." Belki de Türk edebiyatında "devrimi en güzel İsmet Özel anlattı." Cemal Süreya'ya göre, üstelik "devrim için umudu ve iyimserliği yanlış bir biçimde" kullanarak... Boyuna bir şeyleri övüp durdu, yurdunu, halkını mesela... Şiirine bir yığın mücadele mühimmatı doldurduğu halde, "tek yönlü, enez bir anlatımın çevresinde dönmekten" kurtulamadı.Cemal Süreya, "İsmet Özel bir şeyler anlatmıyor, sadece hücum borusu çalıyordu!" diyor.*"Zifiri karanlıkta gelen has şiiri ayak sesinden tanıyan" tanıdığım ender adamlardan biri olan Mehdi Eker'in lafıdır, "kelime işçisi" der İsmet Özel'e. "Vadesi yok şiirin." Şair kişi kimi zaman aylarca düşünür, bir şiiri düşüremez.Dostu Ataol Behramoğlu zor bir zamanında, zor bir zamanına omuz vermek için "Yıkılma Sakın" diye bir şiir yazar, gönderir ona zor bir askerlik yaptığı Muş'a. "Kelime işçisinin" işi zordur, şiir bu, ha dendiği zaman "düşürülen" bir şey değil. Kökü kalmış üç dişi var ağzında, her birisine bir gün izin, çektirir onları revirde. Üç gün yetmez cevabi şiiri bitirmeye, çürüğe çıkmak üzere olan üç dişi daha var, çektirir onları da. Etti mi altı gün izin... Altı günde aynı isimli bir şiirle cevap verir dostuna.Kendisiyle tanışmama vesile olan "Yıkılma Sakın" şiiri böyle çıkar ortaya.*Ama onu; birlikte "Halkın Dostları" dergisini çıkardığı dostu Behramoğlu'ndan ayıran en önemli yanı, bütün mahfillerde pırıl pırıl "parlayan şiiri"dir.Murat Belge de anlatmıştı bir yazısında.12 Mart olduğunda Ataol Behramoğlu yurt dışında, yani "dışarıda", İsmet Özel memlekette, yani "içerde"dir. Bütün yoldaşları ise işkence tezgahında...Behramoğlu, dışarıdan bakar içeriye, içerdeki zulmün şiirini yazar kendince:"Bu şarkıyı ancak bir kızÖldürülen sevgilisi için söyleyebilirGözleri ağlamaktan kurumuşturVe gelecek günlere olan inançKalbinden gitmemiştir"Aynı durumun şiirini ise İsmet Özel şöyle yazar:"Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında.Aşklarım, inançlarım işgal altındadırtabutumun üstünde zar atıyorlarcebimdeki adreslerden umut kalmamıştırtoprağa sokulduğum zaman çapa vuranadamlardenize yaklaşınca kumlar ve çakıl taşlarıgeçmiş günlerimi aşağılamaktadır.(....)Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim."O günlerde birçok "solcu" askeri darbeden medet umuyordu, darbenin balyozu önce onların kafasına indi. İsmet Özel belli ki fazla sarsıldı bu balyozdan, "birçok sayfasını atlayarak bitirdiği kitabın" başına döndü, "Allah ona ihtida nasip etti"; dostu ise uzun bir yolculuk sonucunda vara vara Meral Akşener'in yanına vardı.*"Of Not Being A Jew"le ulaştığı yüksek mertebeden sonra şiiri bıraktı ve dostu Behramoğlu'nun gittiği istikamete yakın bir yere dümen kırdı; içinden şair bünyesine hiç yakışmayan tuhaf adam çıkardı. Yok "Kürtler asimile edilsin", olmadı "Aleviler Sünnileştirilsin" gibi laflarla bütün bir şairlik serüvenini bir kalemde çöpe atacak müthiş fikirler serdetmeye başladı. Sanki, "Bilmem insan nerenin yerlisidir" dizesini kendisi yazmamış gibi, "Ben üstünüm çünkü Türküm" gibi süzme faşistlerin kırbaç misali yüzümüze salladığı lafları büyük bir ciddiyetle söyledi.Zaten çok uzun bir zamandan beri "şiiri bırakmış" kendini konuşmaya ve nesre vurmuştu. Ne yazık ki nesri hiçbir zaman şiirine yaklaşmadı.Hep konuştu... Ne yazık ki konuşmalarından geriye yukarıda yazdığım cümlelere benzer birkaç sakil cümle kaldı.Oysa kendi lafıdır."Nazım Marksizm'i şiirleştirdi" diyor.O da "ihtidasını" şiirleştirebilirdi.*Cemal Süreya'ya göre, "bir şair şiirden büyük çok şey olduğunu bilir, bilmelidir. Ama kendisi için en büyük şey şiir değilse, artık şair değildir."O gün, o televizyon stüdyosunda karşılaştığımızda, kendisine "şair" yerine "İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı" denmesini istemesinin sebebi bu muydu yoksa? Evet evet, tam da buydu. Şimdi bir hastane odasında bir an önce "sağlığı yerine gelsin" diye ona dua ederken, artık eminim buna.