Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi'nde, biraz önce bir ahmak ıslatan olarak başlamış ama kısa sürede ahmak olmayanları da ıslatmaya başlayan bir yağmurun altında umarsızca taksi bekliyorum. Bir Cuma günü, şehrin kalbinde, bol bol zengin turistin gezdiği bir semtte bu saatte beklediğin taksiye kavuşmak; gözlerine mil çekilmiş, aç biilaç çölde dolaşan Mecnun'un hiç beklemediği bir anda Leyla'ya kavuşmasından daha zor bir şeydi. Anlayacağınız hiç şansım yoktu! Bir şimşek çaktı ve aniden bir mucize oldu. Allah'ım şu taksi mi önümde duran? Yoksa ben seçilmiş bir kişi miyim?
Anlayacağınız hiç şansım yoktu!
Bir şimşek çaktı ve aniden bir mucize oldu. Allah’ım şu taksi mi önümde duran? Yoksa ben seçilmiş bir kişi miyim?
Fazla kurcalamanın manası yok; olur da rüyadan uyanırım diye aceleyle attım kendimi arka koltuğa.
Sürücü böyle barut esmeri, saçları dağınık, sakalları Güney Amerikalı gerilla sakalına benzeyen, şivesi “doğma büyüme İstanbulluyum” diyen her memleket evladı gibi “bozuk”, bezgin ama gözleri “bin de bir an önce seninle şöyle bir şehir turuna çıkalım” der gibi fıldır fıldır dönen uyanık bir delikanlı…
Hareket etti, “Balmumcu’ya” dedim.
“Biliyon mu?” dedi bana.
“Neyi biliyom mu?” dedim
“Gideceğimiz yeri?”
Dur biraz mavra yapalım. Aptala yattım:
“Taksici sensin, en kısa yolu biliyon olmalısın.”
Yakaladık sazanı diye düşünmüş olmalı ki, “Döneriz şimdi, Dolmabahçe tünelinden geçeriz, Mecidiyeköy’den ineriz oraya,” dedi.
“Yola çıkmışken, Sivastopol’a da uğrasak, belki savaşın seyri hakkında bir fikrimiz olur,” dedim.
Dikiz aynasından yüzüme manasız manasız baktı. Pek haybeden dolaştıracağı bir yolcuya benzemiyordum galiba. Aradığı şeyi yüzümde bulamamış olacak ki, “Oraya metro gidiyo mu?” diye sordu.
Sorusunu anlamadım:
“Sivastopol’a mı?” diye bir soruyla karşıladım sorusunu.
“Sivas’a mı gideceğiz ki?” dedi.