Ölüme gidip gelmiş olması bilincinde derin yaralara yol açtı. O
zamana kadar sahip olduğu “solcu” fikirlerinden vazgeçti, koyu
bir dindar oldu. Bir zamanlar içinde yer aldığı arkadaşlarının
el birliğiyle yaptıkları bir “iç infaz” hadisesini, çokça
da onlarla hesaplaşmak için benzersiz bir romana, “Cinler”e
konu yaptı. Hiçbir kahramanını yüceltmeden veya yerin dibine
batırmadan çıplak gerçeği, arkadaşlarını öldürecek kadar gözü
dönmüş insanların ruhsal durumlarıyla birlikte ifşa etti.
Bizim tarihimizde de buna benzer yüzlerce hadise var ama Türk
edebiyatında hiçbir dönemde Dostoyevski’nin yaptığına benzer bir
işe kalkışan yazarlar olmadı; yeltenenler de
anında “hain”damgasını yediler.
İşin ta başında, İttihatçıların iktidarı döneminde roman
bizde yeni yazılıyordu, dolayısıyla kimse bir yazardan
misal Yakup Cemil’in dramını yazmayı bekleyemezdi, çünkü o
dönemin yazarlarının çoğu zaten İttihatçıydı. Cumhuriyet
döneminde de İttihatçılığın yerini Kemalizm aldı, onun yerine
de 1960’lı yıllardan itibaren sosyalist solculuk geçti.
Aynı geleneği İttihatçılardan Kemalist yazarlar, Kemalistlerden de
sosyalistler yazarlar devraldı. Onlar için “baş
çelişki” diye bir şey vardı, o yüzden
kendi “içerine” bakmaya ne zamanları, ne de niyetleri
oldu.
Onlara göre edebiyat devrim mücadelesinde bir araçtı!