Bundan dört sene önce, yine bir Temmuz günü, bu köşede “İşte,
Lozan’ın gizli maddeleri” başlıklı bir yazım vardı...
Hani “Lozan Anlaşması yüz seneliğine imzalanmıştır, 2023’te son
bulacak ve Batı dünyası Türkiye’nin herşeyine sahip olacak”
palavralarıyla ortalıkta dolaşıp duran tuhaf adamlar var ya, işte
onlarla dalga geçiyordum...
Güya, Avrupa’daki bazı dostlarım vasıtası ile Lozan’ın gizli ek
protokolünü görmüş, notlar almış ama senelerdir muhafaza ettiğim bu
tarihî sır bana artık son derece ağır geldiği için bazı maddeleri
açıklamaya karar vermiştim. Meselâ, Boğazlar üzerindeki
hâkimiyetimiz 24 Nisan 2023’ü 25 Nisan’a bağlayan geceyarısı son
bulacak ve anlaşmanın altında imzası olan devletler Boğazlar’ı
alıvereceklerdi. Aynı gece yeraltı servetlerimiz ile ormanlarımız
da elimizden çıkacak, Ayasofya artık Vatikan benzeri bir devlete
dönüşecek olan Patrikhane’ye devredilecek, Türkiye din değiştirmek
isteyen vatandaşlarına her türlü kolaylığı gösterecek, Sevr
Anlaşması da tekrar hayat bulacaktı.
Sonra “Yoksa inandınız mı?” arabaşlığının ardından bütün bunları
uydurduğumu ve Lozan hakkında abuk subuk konuşup aslı-astarı
olmayan palavralar geveleyen zavallılarla dalga geçtiğimi açıkça
söylüyordum. Yazdıklarım o günlerde hayli okundu ve üzerinden dört
sene geçmesine rağmen hâlâ internette dolaşıyor, millet
Twitter’dan, vesaireden birbirine gönderiyor...
OKUYANI BÖYLE OKURSA EYVAH!
Yazıma bu kadar yıl sonra Doğu Perinçek de nazar buyurmuş ama
sonuna kadar okumaya zamanı yahut tahammülü elvermemiş olacak ki,
Lozan madrabazları ile dalga geçtiğimi söylediğim kısma gelememiş,
uydurduğum maddeleri gerçek zannedip hiddete kapılmış ve köşesinde
bana giydirmiş de giydirmiş! Sanki rahmetli Seha Meray’ın dersinde
imişiz gibi “anlaşma” ile “andlaşma”nın farkını bilmediğimden
başlamış, “Atatürk düşmanlığı yaptığım” kerametinde bulunmuş,
derken işi Amerikan emperyalizmine getirmiş, Lozan’ı yürürlükten
kaldırmaya kalkanların “savaşı göze almaları” gerektiğini söylemiş
ve nihayet “O gizli protokol Cizre’de, Silopi’de, Şırnak’ta veya
Nusaybin’de hendeklerin içindedir” buyurmuş!
Bir hiddet, bir celâl ki, sormayın!
Ne diyeyim? Senelerden buyana siyasetin içinde olan, lisan bilen,
dünyayı tanıyan, neredeyse boyu kadar kitap yazan ve hattâ Ermeni
masalları konusunda İsviçre’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde
dize getiren bir zât aslında kendisi ile benzer görüşte kaleme
alınmış bir yazıyı sonuna kadar okumaya tenezzül etmiyor,
yazılanların mizah mı yoksa karalama mı olduğunu anlamıyor ve
kaleme sarılıp pata-küte girişiyor!
“Ortaya birbirinden tuhaf iddialar atanların söylediklerini ciddiye
almayın, bilgi sadece kulaktan öğrenilmez, bir zahmet oturup
okuyun” diye senelerden buyana dil döktüğümüz sıradan vatandaş,
Doğu Bey’den ilham alıp “Memleketin ciddî okur-yazarı bile bir
yazının tamamına göz atmaya tahammül edemiyor, ben neden okuyayım
ki?” dediği takdirde verebilecek cevabımız yoktur!
CECELİ VE İTHAL MALI EZAN
Geçen gün Mustafa Ceceli ve “İslâmî pop” hakkında yazdım, bu pop
modasını Mısır’dan almış olduğumuzu anlattım, Ceceli’nin okuduğu
ezandan bugün bahsedeceğimi söyledim ve kanaatimi şimdi
yazıyorum:
Mustafa Ceceli, “Ezanı şu makamda okuyacaksın diye bir fetva yok”
diyor ve “Körfez ülkelerindeki makamdan okuduğunu”, “Mansur
ez-Zahrani’nin ezanı ile birebir aynı olduğunu”, yani “taklit
ettiğini” anlatıyor...
Evet, fetva yoktur ama ezanda “gelenek” ve “mahallî üslûp”
kavramları vardır! Bizdeki “İstanbul” ve özellikle de “Üsküdar
tavrı” denen geleneksel üslûp asırlar öncesine uzanır, nağmeleri
diğer İslâm memleketlerinin ezanlarından bambaşka ve bize mahsus
olan bu tavırda icra gerçi zordur ama nağmeler daha zariftir.
Hatâ, işte burada: Kendi ezan tavrımızı bir tarafa itip başka
tavırları ithale heves etmek, üstelik ille de biryerlerden ithal
edilecekse ezanları ile meşhur Mısır tavrı dururken pek parlak
olmayan Körfez üslûbuna merak salmak, Dammam’daki bir camiin imamı
olan Mansur el-Zahranî’yi taklide çalışmak ama maalesef doğru
dürüst edememek!