Televizyondan işittim.
Oğlumu alıp çıktım yola.
Karakol kelime anlamıyla gündelik hayatımızda çağrışımları hoş olmayan bir ifade.
Ama yanlış.
Orada bizim için çalışan ve ölümü göze almış kardeşlerimiz var.
Keza hepimizin yakınlarında bir askeri birim ve komutanlarıyla beraber Mehmetçiklerimiz illa ki var.
Bir kutu kandil simidiyle birlikte taziye ve kandil tebriği için...
Biraz da çekingen...
Ama kararlı...
Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemeden…
Semtimizin karakoluna gittik.
Kapıdaki polis, "Ne için geldiniz?" dediğinde, "Size taziye ve kandil tebriği için geldik" cevabımız yaşaran gözlerini saklamak için kafasını çevirmesine sebep oldu.
Eliyle içeriyi işaret edip, "Buyrun" dedi.
Pazar günüydü. Acıları tazeydi. Bir de böyle bir ziyarete alışık değillerdi. Kim gelirdi karakola? Ya zorla getirilenler. Ya ifade vermeye gelenler. Ya şikayet için…
Onların tatili yok. Nöbetteler.
Birbirimize ne diyeceğimizi bilemedik. Fakat "biz" olduğumuz inancı içimizde coşup dururken, karakolda çay içmenin tadıyla geç kalmışlığın hüznünü yaşıyorduk.
Çıktık.
Sonra yol üstünde "Özel Kuvvetler Komutanlığı" nizamiyesine soktuk burnumuzu. Nöbetçi Başçavuş ve Mehmetçiklerle el sıkışıp hem taziyeleştik. Hem kandil için tebrikleştik.
Başçavuş önce bir asker ziyareti zannetti.
“Kimi?” sorusuna “Sizi” cevabımız onu da şaşırttı.
Burada altını çizmek istediğim şaşırmalar ve şaşırtmalar değil…
Nasıl olduysa oldu, karakolun önünden geçmeyen, teskere alınca nizamiyeyi hatırlamak dahi istemeyen insanlara dönüştük biz!
Ne karakol bütünüyle nezarethane…
Ne de nizamiye hapishane girişi.
Bu psikoloji polis ve askerle milletin arasında büyüyen bir kara çalı…
Onlar bizim için yaşayıp, bizim için ölürken…
“Ordu milletiz” derken…